Oyunu kaybediyorsun ve belki de bir oyun tahtasında olduğunun farkında bile değilsin. Hayatın bir satranç oyununa benzer, ancak bu, mermer masalarda, zarif kadehler ve hesaplı bakışlar eşliğinde oynanan türden değil. Senin oyunun sessizlikte, belki de karanlıkta, nasıl hareket ettireceğini bilmediğin taşlarla ve stratejiden çok korkudan doğan kararlarla oynanıyor. Ve en kötüsü, bu oyunda kim olduğunu bilmiyorsun: Bir piyon mu, vezir mi, yoksa sadece bir seyirci mi?
Sen kralsın. Ancak güçlü, zeki veya karizmatik görünme çabasıyla o kadar meşgulsün ki, en temel olanı unutuyorsun: Amacın hayatta kalmak değil, bilinçle var olmaktır. Görevin, özünü korumaktır. Ama sen, sanki zafer kendiliğinden gelecekmiş gibi, amaçsızca, yönsüzce ve belki de kendinden habersizce ilerliyorsun.
Dikkatle dinle: Kralın gücü, çok fazla hareket etmesinden gelmez. Gücü, kim olduğunu bilmesinden gelir; onun varlığı oyunun merkezidir. Ama sen bilmiyorsun. Her gün uyandığında birilerine, herkese bir şeyler kanıtlaman gerektiğini sanıyorsun. Kendi düşüncelerini bile tam olarak kontrol edemezken, hayatının satranç tahtasını kontrol etmeye çalışıyorsun.
Tekrar ediyorum: Sen kralsın. Hızlı veya saldırgan olduğun için değil. Sen kralsın, çünkü sen yoksan oyun biter. Ve sen, kendi değerini, bugün var olup yarın yok olacak geçici taşların – dışarıdan gelen onayın, geçici başarıların, başkalarının fikirlerinin – insafına bırakmışsın.
Başarının gerçekten her şeyi kontrol altında tutmakla ilgili olduğunu mu düşünüyorsun? Her cephede savaşmak, her soruya bir cevap bulmak? Bu strateji değil, bu sadece gürültü. Gerçek strateji sessizlikte başlar; ne zaman hareket etmemen gerektiğini bilmekle. Tahtada parlayan her şeyin değerli olmadığını kabul etmekle.
Çok uzun süre, güçlü olmanın seni yenilmez kılacağına inanarak yaşadın. Ama söyle bana, iç huzurunu korumayı bilmiyorsan ne kadar güçlü olabilirsin? Gerçekten neyi savunduğunu bilmiyorsan ne kadar yükseğe tırmanabilirsin? Sorun başarısızlık değil; sorun yön eksikliği. Çünkü neyi koruduğunu bilmediğinde, her piyonun hareketi, her dış etken seni yolundan saptırabilir.
İyi bir oyuncu ne yapar biliyor musun? Oyuna rakibine bakarak başlamaz. Önce kendi kralını tanıyarak başlar; sınırlarını, konumunu, neyin gerçekten tehlikede olduğunu bilerek. Çünkü eğer kim olduğunu bilmiyorsan, ne zaman kaybettiğini bile anlayamazsın.
İşte yıllar önce kendine sorman gereken o soru: Neyi savunuyorsun? Bana işini, imajını, itibarını anlatma. Bunlar geçicidir; duman gibi dağılır. Asıl önemli olan görünmeyendir: Ruh sağlığın, duygusal dengen, değer sistemin, amacın. İşte senin gerçek gücün burada yatar; düşmemesi gereken kale budur. Çünkü o içsel kale çöktüğünde, dışarıda kalan her şey anlamını yitirir. Ama sen onu görmezden geliyor, gizliyor, boş hedeflerle ve dışarıdan gelen alkışlarla üzerini örtüyorsun. Sanki başarı içsel bir kesinlik değil de dışsal bir alkışmış gibi, sanki beğenilmek insana huzur veriyormuş gibi.
Gerçek ise acımasızdır: Dünya seni alkışlarken bile sen içten içe dağılıyor olabilirsin. Kralın çöküşün eşiğindeyse, güçlü bir vezirin, hareketli bir kalenin ne anlamı kalır? Bu oyunu sanki dokunulmazmışsın, sanki hiç acı çekmiyormuşsun gibi oynadın; sanki tereddütsüz, düz çizgilerde ilerleyen bir kaleymişsin gibi. Ama değilsin. Sen kralsın. Ve kral yavaş hareket eder. Gözlemler. Kendini korur. Kral saldırarak değil, direnerek kazanır. Ne zaman ilerleyeceğini ve ne zaman duracağını bilerek kazanır. Çünkü düşünmeden koşan kral, ölür.
Şimdi anlıyor musun? Uyum sağlamak uğruna kendine her ihanet ettiğinde, şahını görünmez bir tehdide doğru bir adım daha yaklaştırmış olursun. Başkalarının ne düşündüğünü kendi içsel pusulandan daha önemli gördüğün her an, ruhunu korumasız bırakırsın. Hissetmek yerine rol yapmayı seçtiğin her seferinde, oyun tahtasından önemli bir parçayı feda edersin. Ve sonra hâlâ neden huzuru bulamadığını merak edersin. Cevap basit: Çünkü içsel bir kale inşa etmemişsin. Dışarıya duvarlar örmüşsün ama içeride her şey harabe halinde. Dış stratejiye o kadar takılıp kalmışsın ki, en temel gerçeği unutmuşsun: Asıl oyun içeride oynanıyor.
Başkalarını nasıl etkileyeceğini bilmek zorunda değilsin. Neyi feda edebileceğini ve neyi asla feda etmemen gerektiğini anlamak zorundasın. İşte burada öz-bilgi devreye girer. Çünkü ancak kendini tanıyan biri, bu süreçte kendini yok etmeyecek bir strateji yaratabilir. Kendini bilen, ikincil olanı feda ederken esas olanı koruyabilir. Kıymetini bilmeyen ise, her şeyini boşa harcar. Ve en kötüsü ne biliyor musun? Bunu çoğu zaman gülümseyerek yaparsın.
Daha ne zamana kadar ait olmak uğruna ilkelerinden ödün vereceksin? Kaygını ne zamana kadar hırs maskesinin altına gizleyeceksin? Başarı dediğin şeyin, aslında seni geceleri uyutmayan o sürekli içsel gürültü olduğunu ne zaman fark edeceksin? Mesele kazanmak değil; mesele, seni ayakta tutan şeye tutunmaktır. Etrafındaki her şey parçalanırken bile özüne sahip çıkmaktır. Çünkü eğer şahı kaybedersen, oyun biter.
Kimsenin sana söylemediği acı bir gerçek var: En tehlikeli düşman karşındaki değil, içeriye sızmasına izin verdiğindir. Filtrelenmemiş düşüncelerin, yanlış yorumladığın duyguların, iyileşmemiş yaraların, tam ilerlemeye hazır olduğunda seni sabote eden o içsel gürültü… İçimizdeki o sabotör bağırmaz; fısıldar. “Hazır değilsin,” der. “Başarısız olacaksın. Olduğun yerde kalman daha iyi.” Ve sen onu dinlersin, çünkü sesi tanıdıktır. O kadar uzun zamandır aynı şeyleri tekrarlamışsındır ki, o sesin kendin olduğunu sanırsın. Ama değilsin. Sen, o sesi duyansın. Ve eğer sesi duyan sensen, mesajı değiştirebilirsin.
Gerçek liderlik, başkalarına yol gösterdiğinde değil, kendi zihnini yönettiğinde başlar. Korkunun seslerini susturduğunda, kaosun ortasında bile berraklıkla hareket etmeyi seçtiğinde… Çünkü kaos yok olmaz, asla yok olmaz. Değişen şey, onun ortasında yönünü bulma yeteneğindir. Ve bu yetenek, içeriden inşa edilir.
Dünya kazananları alkışlar, ama kendini kaybetmeden ayakta kalanlara derinden hayranlık duyar. Çünkü iç huzur olmadan elde edilen başarı, boşlukta yankılanan bir çığlıktan, anlamsız bir alkıştan, ağırlığı değerinden fazla olan bir taçtan ibarettir. Asıl soru şu: Kazanmak mı istiyorsun, yoksa kendine ihanet etmeden direnmek mi? Çünkü bunlardan yalnızca biri sana gerçek özgürlüğü verecektir.
Ve hayır, bu yenilmez olmakla ilgili değil. Bu, zayıflıklarını bilmek ve onları akıllıca korumakla ilgilidir. Acıya karşı bağışık olmadığını, ancak acının ortasında bile güçlü kalabileceğini fark etmekle ilgilidir. Gururdan ya da kibirden değil, sarsılmaz ilkelerden, amaçtan, içsel berraklıktan oluşan bir kalkan inşa etmekle ilgilidir. Çünkü neyi savunduğunu bildiğinde, ilk saldırıda kendini satmazsın.
Ve ironi şurada: Kendini ne kadar çok tanırsan, kanıtlaman gereken şey o kadar azalır. Merkezin ne kadar berraksa, dışarıdaki kaos seni o kadar az etkiler. Kendi kralına ne kadar çok değer verirsen, dışarıdaki savaşlara o kadar az önem verirsin. Gerçek güç görülmez; hissedilir. Bağırmaya ihtiyacı olmayanların sahip olduğu o sakinliktir. Gürültüyle yaşayanları rahatsız eden şey, işte bu sessizliktir. “Ben kim olduğumu biliyorum ve senin oyununa göre hareket etmeyeceğim,” diyen o kararlı bakıştır.
Peki, söyle bana: En son ne zaman kendinle baş başa kalıp, “Gerçekten korumam gereken şey nedir?” diye sordun? Çünkü bu soruyu tam bir dürüstlükle cevaplamadığın sürece, stratejiyle değil, refleksle hareket etmeye devam edeceksin. Ve refleksle hareket edenler, eninde sonunda kaybeder. Asıl oyun, en çok ilerleyenle değil, nelerden vazgeçmeyeceğini bilenle kazanılır.
Peki ya sen? Asla vazgeçmeyeceğin şeyleri biliyor musun? Çünkü bilmiyorsan, her teklif cazip gelir, her ses bilge görünür, her yenilgi kesinmiş gibi hissedilir. Oysa değiller. Başarısızlık seni tanımlamaz. Seni tanımlayan şey, her şey tehlikede gibi görünse bile korumayı seçtiğin şeydir. Ruh sağlığını, duygusal dengeni, bütünlüğünü, amacını koru. Bu bencillik değil, bu stratejidir. Bu liderliktir. Bu olgunluktur.
Hayatta kalan kral, ne en hızlı olan ne de en görünür olandır. En bilinçli olandır. Acil olan uğruna zaruri olanı feda etmeyendir. İç huzurunu dış alkışla değişmeyendir. Tanınma peşinde koşmayandır, çünkü bilir ki değeri görülmeye bağlı değildir.
Ve işte son acı gerçek: Eğer sen kendi kralını korumazsan, kimse senin yerine bunu yapmaz. Sen merkezsin. Ve eğer sen düşersen, tahtada kaç tane taş kaldığının hiçbir önemi kalmaz. Oyun biter.
O yüzden bugünden başla. Büyük hamlelerle, radikal kararlarla değil. Basit bir adımla: Kendini tanı. Kendine dürüstçe bak. Kendine acımasız bir dürüstlükle sor: “Her şey pahasına korumam gereken neyi ihmal ediyorum?” Çünkü ataletle oynamadığını, bilinçli oynadığını bildiğin zaman, sadece bir adım atsan bile, amaçsızca koşan birçok kişiden daha fazlasını kazanmış olursun. Gerçek zafer oyunu kazanmak değil, oyunda kendini kaybetmemektir.
Peki, bu oyunu farkında olmadan kaybedenlerin en sık yaptığı hata nedir biliyor musun? Esas olanı korumanın, kendilerini kapatmak, duvarlar örmek anlamına geldiğini sanıyorlar. Oysa kendini tanımak bir savunma eylemi değil, bir güç eylemidir.
Size çok az kişinin kavrayabileceği bir şey söyleyeceğim: Kendini tanımak seni kırılgan yapmaz; seni tehlikeli yapar. Çünkü kaybetmeye razı olmadığın şeyleri bildiğinde, kim olduğun ve neye asla izin vermeyeceğin konusunda netliğe kavuştuğunda, kökleri olmayanları manipüle ederek var olan bir dünya için tahmin edilemez hale gelirsin.
Etrafına bak. Çoğu insan korkudan, eksiklik hissinden, sürekli bir şeylerin yetmediği duygusundan hareket eder. Bu neye yarar? Onları kontrol etmeyi kolaylaştırır. Egolarına dokunursan çökerler, onay vermezsen diz çökerler, doğrulama sunarsan ruhlarını satarlar. Ama bu kurallara göre oynamayan bir insan türü vardır: İçsel çalışmasını yapmış, Gölgelerini ziyaret etmiş ve onlarla barışmış olan kişi. O kişiye hükmedemezsin. Onları alkışla ikna edemez, reddetmekle tehdit edemezsin, çünkü onlar her şeyi kendi içlerinde yaşamışlardır ve ait olmaya ihtiyaç duymazlar; onlar zaten kendilerine aittirler.
İşte burada güç arayanla berraklık arayan arasındaki acımasız fark ortaya çıkar. Birincisi açlığının kölesidir; ikincisi amacı sayesinde özgürdür. Herkesin dışsal güç peşinde koştuğunun farkında mısın? Ekonomik güç, etki gücü, başkaları üzerinde güç… Ama gerçek güç dışarıda değildir, biriktirilemez. O içseldir. Ve en can alıcı yanı, göze batmamasıdır. Gerçek güç gürültü yapmaz, dikkat çekmez. Hayatına doğrudan bakıp, “Ben buyum. Değerim bu. Pazarlık etmeyeceğim şey bu,” diyebilme yetisidir. Ne kadar güçlü olduğunu bağırmana gerek kalmamasıdır; tutarlılığının bunu kelimelere gerek kalmadan kanıtlamasıdır.
Peki, bu içsel gücü ne besler? Berraklık. Satın alınamayan, miras alınamayan bir berraklık. İnşa edilen, yetiştirilen, uğruna kan ter dökülen bir berraklık. Çünkü berrak olmak, her şey yolunda giderken ne istediğini bilmek değildir; her şey dağılırken bile ona tutunmaktır. Fırtınayla yüzleşip, “Bu beni değiştirmez,” diyebilmektir. Herkes koşarken senin durmayı seçebilmendir – yavaş olduğun için değil, nerede olduğunu ve nereye gittiğini zaten bildiğin için. Ve evet, bu durum hâlâ kaybolmuş olanları korkutur.
Berraklık bir silahtır; rahatsız eden bir silah. Çünkü herkesin her şeye şüpheyle yaklaştığı bir dünyada, inançla yürüyen kişi bir tehdit gibi parlar. Başkalarına, evet, yön bulmanın, bir amaca sahip olmanın, anlamlı yaşamanın mümkün olduğunu hatırlatır – eğer başkaları için yaşamayı bırakmaya razıysan. Ama bunu size kimse söylemez, çünkü bilseydiniz, artık manipüle edilebilir olmazdınız. İhtiyacınız olmayan şeyleri satın almayı, nefret ettiğiniz işlerde çalışmayı, sizi içten içe öldüren durumlara katlanmayı bırakırdınız. İşte bu yüzden bu toplum itaat edenleri (piyonları) ödüllendirir, aklı başında olanları (kralları) cezalandırır.
İşte burada tahtaya geri dönüyoruz: Berraklıktan yoksun olan şah, kılık değiştirmiş bir piyondur. Emrettiğini sanır ama refleksle hareket eder. Bir kaleyi kaybettiğinde paniğe kapılır, bir vezir düştüğünde o da batar, çünkü merkezi kendinde değil, onu çevreleyenlerdedir. Ama berraklığa sahip olan kral, tahtada tek başına, sessizlik ve düşmanlarla çevrili kalsa bile, kararlılıkla oynamaya devam edebilir.
Ve dikkat edin: Berraklık kibir değildir. Her şeyi bildiğini sanmak değildir. Bilmediğini kabul edecek kadar alçakgönüllü, ama bildiğinden de taviz vermeyecek kadar bilge olmaktır. Ne zaman konuşacağını ve ne zaman susacağını, ne zaman ilerleyeceğini ve ne zaman bekleyeceğini, ne zaman her şeyini ortaya koyacağını ve ne zaman geri çekilip kaybedemeyeceğin şeyleri koruyacağını bilmektir.
Kendini tanımak sadece güçlü yönlerini bilmek değildir; aynı zamanda sınırlarını, kör noktalarını, takıntılarını, yaralarını bilmektir. Çünkü eğer sen onları görmezsen, başkaları onları sana karşı kullanır. Nerenin acıdığını bilmiyorsan, herkes oraya basabilir. Ama eğer bilirsen, tanırsan, üzerinde çalışırsan, o zaman artık seni kontrol edemezler. O zaman artık tepki vermezsin; seçersin. Ve oyunun yeni seviyesi, seçenlerin seviyesidir.
Hayatta iki tip insan vardır: Tepki verenler ve karar verenler. Olayların insafına kalmış şekilde yaşayanlar ve bir sonraki hamlesini bilinçli olarak seçenler. Ve sadece ikincisi gerçekten liderlik eder – başkalarına değil, kendisine.
İşte yakıcı bir gerçek: Eğer hayatına dair kararları sen vermezsen, başkaları senin adına verir. Kötü niyetle olmak zorunda değil; sadece boşluk olduğu için. Ve boşluk her zaman doldurulur. Eğer hayatını amaçla doldurmazsan, dünya onu gürültüyle, tüketimle, kıyaslamalarla, beklentilerle dolduracaktır. Ve sen farkına varmadan, ödünç alınmış bir hayatı yaşıyor olacaksın; dışarıdan güzel görünen ama sana ait olmayan bir hayat. Peki, kurallarını kendin yazmadığın bir oyunu kazanmanın ne anlamı var? Bu zafer değil, süslü bir köleliktir. Yenilgi tadında bir başarıdır. Ve en kötüsü, genellikle çok geç olana kadar bunu fark etmezsin. Ta ki bir gün uyanıp aynadaki yansımanda kim olduğunu, neden bunları yaptığını bilmeyen birini görene kadar. İşte o an, gerçek şah mattır. Çünkü temel olanla bağını kaybettiysen, seni kurtarabilecek hiçbir hamle yoktur.
Ve denge tam da burada devreye girer; iç liderliğin unutulan bir diğer ayağı. Çünkü kendini bilmek yetmez; kendine iyi bakmalısın. Spa’lardan veya tatillerden bahsetmiyorum. Merkezinizi korumaktan, zihninizi neyle beslediğinize dikkat etmekten, değerlerinizi canlı tutmaktan, size uymayan şeyleri hayatınızdan çıkarmaktan, zihninize girenleri filtrelemekten bahsediyorum. Çünkü akıl, bereketli bir topraktır; oraya ne ekersen, o büyür. Sen ne ekiyorsun? Berraklık mı, yoksa gürültü mü?
Eğer gününü seni oyalayan şeyleri tüketerek, korkularını besleyen şeyleri dinleyerek, kendini sahte hayatlarla kıyaslayarak geçirirsen, içinde neyin büyümesini bekliyorsun? Huzur olmayacak. Amaç hiç olmayacak. Ve işte o zaman her şey içten içe çürümeye başlar. Önce görünmezde, sonra apaçık bir şekilde. Ta ki bir gün, dışarıdan bakıldığında tahta hâlâ iyi görünse de, içeride oyunu çoktan kaybettiğini anlayana kadar. Ve işin en üzücü yanı da bu: Dışarısı yeniden inşa edilebilir, ama kral içeride düştüğünde, geriye kalan her şey sadece bir süstür.
Bu yüzden tekrar ediyorum: Merkezinize, zihninize, dengenize, amacınıza iyi bakın. Zayıf olduğunuz için değil, vazgeçilmez olduğunuz için. Ve eğer kendinizi kaybederseniz, diğer her şey anlamını yitirir.
Eğer hâlâ tüm bunlardan şüphe duyuyorsanız, kendinize şu son soruyu sorun: Hayatınızda kaç karar korkudan kaynaklandı? Kaçı berraklıktan? Cevap size, oyunu mu oynadığınızı yoksa sadece taşları mı hareket ettirdiğinizi söyleyecektir.
Ve eğer buraya kadar geldiyseniz, eğer her kelimeyi gözlerinizi kırpmadan dinlediyseniz, bu bir şey ifade ediyor. Zihninizin bir köşesinde, “Bu benim için,” diyen bir ses var. Bu bir tesadüf değil; bilinciniz sizi uyanmaya zorluyor. Çünkü o kritik andasınız: Ya ödünç alınmış bir hayatı yaşamaya devam edeceksiniz ya da sonunda kendi oyun tahtanızın kontrolünü elinize alacaksınız.
Ama durun, hemen gitmeyin. Çünkü en zorlu kısım şimdi başlıyor. Hiç ileriye doğru hareket ettiğinizi ama bir yönünüz olmadığını hissettiniz mi? Sanki her başarı bir öncekinden daha az tatmin edici, her zafer boşluğu kapatmayan geçici bir yama gibi. Yanılmıyorsunuz; kopuksunuz. Çünkü neyi savunduğunuzu bilmediğinizde, her şey anlamsız gelmeye başlar. Ve bu sizi yavaş yavaş, içten içe öldürür. Ruh, ani bir darbeyle ölmez; her günü amaçsızca yaşayarak, acil olanı önemli olanın önüne koyarak tükenir.
Ve en ironik olanı ne biliyor musunuz? Muhtemelen bunu değiştirmek için gereken her şey zaten içinizde. Bunu zaten biliyorsunuz, hissettiniz. Ama harekete geçmekten korkuyorsunuz. Çünkü bilirsiniz ki, bir kez o adımı atarsanız geri dönüşü olmayacak. Ve bu doğru. Geri dönüş yok. Çünkü bir kez berraklıkla yaşamaya başladığınızda, daha azıyla yetinemezsiniz. Bu sizi korkutuyor olabilir, ama aynı zamanda gerçek özgürlüktür. Sadece içlerine bakmaya cesaret edip, “Ben buyum ve kendime asla ihanet etmeyeceğim,” diyebilenlerin sahip olduğu türden bir özgürlük.
Peki, son soruya gelelim; görmezden gelemeyeceğiniz o soruya: Düşünmeden hareket etmeye devam mı edeceksiniz, yoksa gerçekten oynamaya mı başlayacaksınız? Bakın, bu sizi motive etmekle ilgili değil, destansı müzikler çalıp her şeyi başarabileceğinizi söylemek değil. Bu, kendinizle yüzleşmek ve bulduklarınıza tutunma cesaretini göstermekle ilgilidir. Kendinizi içten, tuğla tuğla, ilke ilke inşa etmekle ilgilidir. Kulağa hoş gelen ama sizi gerçeğinizden uzaklaştıran şeylere ‘hayır’ demeyi öğrenmekle ilgilidir. Herkesin amaçsızca koştuğu bir yolda, sizin kararlılıkla yürümenizdir.
Ve eğer bunu anlarsanız, eğer gerçekten anlarsanız, oyun tahtası sizi korkutmayı bırakır. Çünkü artık başkalarını memnun etmek için oynamazsınız. Korkudan taşlarınızı hareket ettirmezsiniz. Onaylanma piyonu uğruna şahınızı feda etmezsiniz. Önemli olanı korumak için oynarsınız. Bilinçle oynarsınız. Ve bu sizi içten – yenilmez, dokunulmaz, durdurulamaz – kılar.
O yüzden bana yapamayacağınızı, çok geç olduğunu söylemeyin. Gerçekten ihtiyacınız olan şey zaman değil, karardır. Bugün bir şey yapın. Merkezinizi koruyun. Küçük bir karar bile olsa, kimse fark etmese bile, önemsiz gibi görünse bile. Çünkü aslında en önemli şeyi yapıyorsunuz: İç krallığınızı koruyorsunuz.