Hiç sarsılmaz biri olmayı diledin mi? Eleştiriyi, reddedilmeyi, kaybı veya ihaneti umursamayan biri… Hiç, sonunda o sessiz acıyı hissetmeyi bırakacağın günü hayal ettin mi? Seni içten içe yiyen o ızdırap, dışarıdan iyiymiş gibi davrandığında bile… Belki herkesi memnun etmeye çalışmaktan, her zaman güçlü olmayı gerektiren bir imajı sürdürmekten yoruldun. Oysa gerçekte tek istediğin, dokunulmaz olmanın getirdiği o baskıdan bir an olsun kurtulmaktı.
Ama sana belki de hiç kimsenin söylemeye cesaret edemediği bir şey söyleyeyim: Acıdan kaçınmaya çalıştığın sürece, o seni kontrol etmeye devam edecek. Kendini uyuşturmaya, korumak için saklanmaya çalıştıkça, etrafında olan her şeye; seni inciten sözlere, seni hayal kırıklığına uğratan eylemlere, seni içten öldüren sessizliklere rehin kalacaksın. Ve bu zayıflık değildir; bu, çoğu insan için bir gerçektir. Fark şu ki, bazıları diğerlerinden daha iyi rol yapar.
Derin psikolojinin en büyük isimlerinden biri olan Carl Jung, “Başımıza gelenler değil, olmayı seçtiklerimiz olduğumuzu,” söylemiştir. Ve anahtar nokta burada yatıyor: Kendini dünyadan korumak; soğuk, kayıtsız veya dokunulmaz olmakla ilgili değildir. Bu, “bütünleşmekle”, yani seni şu anda karanlıkta etkileyen her şeyi aydınlığa çıkarmakla ilgilidir. Çünkü gerçek güç, acının olmaması değil, kanarken bile kim olduğunun tam olarak farkında olmaktır.
Eğer buraya kadar geldiysen, bu bir tesadüf değil. Bu video, kendine her şeyle ve herkesle zarar vermekten yorulmuş olanlar için. Sanki diğer insanların senin üzerinde anlamadığın bir gücü varmış gibi, her zaman duygusal açıdan dezavantajlı hissettiğin için… Sana, bunun böyle olmak zorunda olmadığını göstermek istiyorum. Ancak bunun için, seni incitebilecek bazı gerçeklerle yüzleşmen gerekecek. Ve belki de ilk defa, bu acı seni özgürleştirecek. Başlayalım.
Seni inciten şeyin dışarıda; başkalarının eylemlerinde, kötü seçilmiş sözlerde, yaşadığın terk edilmelerde, beklemediğin ihanetlerde olduğuna inanıyorsun. Ancak gerçek acımasızdır: Bunların hiçbiri, eğer içinde açık bir yara yoksa, seni incitecek güce sahip değildir. Seni inciten şey başkalarının sana yaptıkları değil; bu deneyimlerin, içinde kendinize anlattığınız hikâyeyi harekete geçirmesidir. Bu, hiç ele alınmamış eski bir travmadır. Bu, güçle, gururla, iyi ayarlanmış görünme ihtiyacıyla gizlediğiniz o boşluktur.
Jung bize, dış dünyayla karşılaştığımızda hissettiğimiz acının, henüz iç dünyamıza entegre edilmemiş olanın bir yansıması olduğunu gösteriyor. Bu yüzden bazı insanlar yıkıcı durumlardan geçebiliyor ve hâlâ berraklığını koruyabiliyorken, diğerleri basit bir yorum karşısında çökebiliyor. Önemli olan ne olduğu değil, onun seni nerede vurduğudur. Ve işte rahatsız edici bir gerçek geliyor: Hâlâ çok acı çekiyorsun, çünkü bir düzeyde, dünyanın sana nasıl davranması gerektiğini kontrol edebileceğine inanıyorsun. Hâlâ yeterince iyi, yeterince akıllı, yeterince güçlü, yeterince anlayışlı olmaya çalışıyorsun; sanki bu, seni kimsenin incitemeyeceğini garanti ediyormuş gibi. Ama kontrol bir yanılsamadır ve ona tutunduğun sürece, sürekli bir gerginlik içinde yaşarsın; öngörülemeyeni tahmin etmeye, kaçınılmaz olanı önlemeye çalışarak… Acı çekmeyi bırakmak istiyorsan, o zaman kendini acı çekmekten korumayı bırak. İhtiyacın olan daha fazla kontrol değil, daha fazla farkındalıktır.
Acı hissetmeyi bırakman için insanların değişmesi gerektiğine inandığın sürece, bir köle olarak kalacaksın. Özgürlüğünüz, dışarıdan gelen her şeyin ancak içinizde yankı bulursa güce sahip olduğunu anladığınız an başlar. Ve gerçek savaş alanı tam olarak burada yatar: bilinçaltı. Görmediğiniz, anlamadığınız ve hâkim olmadığınız şey, size hâkim olur. Ve bir sonraki bölümde keşfedeceğimiz şey de budur. Bir seviye daha derine dalmaya hazır olun, çünkü gerçek dönüşüm orada başlar.
Size söylenen en büyük yalan, hayatınızı kontrol ettiğinizdir. Uyanın, çünkü en azından otomatik pilotta yaşamaya devam ettiğiniz sürece, öyle değilsiniz. Nedenini bilmeden tepki veriyor, nereden geldiğini anlamadan hissediyor, daha sonra sabote ettiğiniz kararlar alıyorsunuz. Carl Jung bunu açıkça belirtmiştir: “Bilinçaltını bilinçli hale getirene kadar, o hayatınızı yönlendirecek ve buna kader diyeceksiniz.” Ve tam olarak şu anda size olan şey budur. Hissettiğiniz o acı, hiçbir yerden patlak veren o öfke, açıklama yapmadan sizi istila eden o üzüntü… Bunların hiçbiri rastgele değildir. Bunlar, unutulmuş, görmezden gelinmiş, bastırılmış sizden gelen mesajlardır.
Jung, bu karanlık bölgeye “bilinçaltı” olarak atıfta bulundu. Ve bu, sadece belirsiz düşüncelerden oluşan bir bulut değil, aktif bir güçtür; anıların, travmaların, arzuların ve yüzleşmek istemediğiniz ancak ne hissettiğinize ve nasıl davranacağınıza karar vermeye devam eden korkuların bütün bir sistemidir. Bazı kelimelerin sizi mahvetmesine rağmen, diğer insanların neden umursamadığını merak edersiniz. Çünkü bu kelimeler, içinizde hâlâ canlı olan hassas noktalara dokunur. Ve eğer canlılarsa, bunun nedeni onlarla hiç yüzleşmemiş olmanızdır; onları sadece psikolojik halının altına itmiş olmanızdır ve şimdi onlara takılıp kalmanızdır.
Jung, “Kabul edene kadar hiçbir şeyi değiştiremeyiz,” dedi. “Kınama özgürleştirmez, ezer.” Ve sen ne yapıyordun? Kendini yargılıyor, bastırıyor, sanki bu bir şeyi çözecekmiş gibi kendini susturuyordun. Gerçek şu ki, bilinçaltı onu sadece görmezden geldiğiniz için ortadan kaybolmaz; sadece, tekrarladığınız toksik ilişkilerde veya her şey yolunda gidiyor gibi göründüğünde ortaya çıkan kaygılar ve korkularda kendini göstermenin daha tehlikeli yollarını bulur. Bu kötü şans değildir; bu, bilinçaltınızın sizi uyandırmaya çalışmasıdır, ancak siz uyumakta ısrar ediyorsunuz.
Artık incinmeyen biri olmak istiyorsanız, içinizdeki şeyden kaçmayı bırakın. Çünkü siz, bilinçsiz olduğunuzu bilmediğiniz sürece, duygusallığınızın bir kuklası olacaksınız. Ve kendinizi dışsal acıdan korumaya çalıştıkça, içsel acıya karşı daha savunmasız hale geleceksiniz. Ama bir çıkış yolu var ve bu, kendini savunmakta değil, kendini bütünleştirmekte yatar. Çünkü dokunulmaz olmak bir direniş eylemi değil, derin bir bilgi eylemidir. Bundan sonra göreceğimiz şey de bu: Sarsılmaz biri olmak gerçekten ne anlama geliyor ve bu güç neden zırhtan değil de kabullenmekten geliyor.
Çoğu insan, incinmekten kaçınmanın tek yolunun kendilerini kapatmak olduğuna inanır. Duvarlar örerler, maskeler yaratırlar, duygusal zırh geliştirirler ve hiçbir şeyin onları etkilemediğini iddia ederler: “Artık umursamıyorum, umurumda değil, hiçbir şey beni etkilemiyor.” Ama içleri kanamaya, aşınmaya devam eder. Çünkü sorun asla hissetmekle ilgili değildi; sorun, ne hissettiğini ve neden hissettiğini bilmemekti. Ve bu, sadece henüz kendilerini tanımayanlara olur.
Jung, tüm teorileri bildiğinizde, tüm tekniklere hâkim olduğunuzda bile, bir insan ruhuna dokunduğunuzda sadece başka bir insan ruhu olduğunuzu söylerken netti. Ve o insan ruhu, güçlü, yenilmez, kontrollü bir karakterin ardına saklanmakta ısrar ettiğinde, aslında görülmek için çığlık atıyordur. Duygusal olarak güçlü olmak soğuk olmakla, acıyı görmezden gelmekle, çatışmadan kaçınmakla veya umursamıyormuş gibi davranmakla ilgili değildir. Bu, kabul etmekle, bütünleşmekle, karanlığa gömdüğünüz her şeyi gün yüzüne çıkarmakla ilgilidir.
Kendinizle dünya arasında bir bariyer oluşturarak dokunulmaz olmazsınız. İçinizde çoktan kucaklanmış olana, kimsenin dokunamayacağını anladığınızda dokunulmaz olursunuz. Gölgelerinizi, korkularınızı, kusurlarınızı, güvensizliklerinizi bütünleştirdiğinizde, gözlemlediğiniz her şeye tepki vermeyi bırakırsınız. Artık duygusal bir kukla değilsinizdir. Ve bu, gerçek özgürlüktür. Jung buna “bireyselleşme” adını verdi: Gerçekten olduğunuz kişi olma süreci; başkalarının sizden beklediği şey değil, kabul edilmek için olmanız gerektiğini düşündüğünüz şey değil, ama egoyla bilinçaltı arasındaki, ışık ve gölgenin buluşmasından ortaya çıkan şey.
Bireyselleşme, bir mükemmellik süreci değildir. Jung, entegrasyonun daha iyi bir insan olmanızı gerektirmediğini, sadece bütün olmanız gerektiğini söyledi. Ve işte size kimsenin söylemediği sır: Acıdan ne kadar kaçarsanız, o kadar peşinizden koşar. Etkilenmemek için ne kadar çok çabalarsanız, o kadar kırılgan olursunuz. Ama kendi yaralarınızla yüzleştiğinizde, tüm güzelliği ve çirkinliğiyle, asil ve utanç verici yönleriyle olduğunuz kişiyi kabul ettiğinizde, dışarıdaki hiçbir şey sizi parçalama gücüne sahip değildir. Ancak bu yol cesaret gerektirir: içeriye bakma cesareti, maskeleri terk etme cesareti, hissetme cesareti… Çünkü dönüşümün anahtarı, tam da acıda gizlidir.
Acıdan nefret etmeyi öğrendin. Küçüklüğünden beri sana, acının bir zayıflık işareti olduğu, ağlamanın zaman kaybı olduğu, çok fazla hissetmenin seni savunmasız hale getirdiği öğretildi. Ve bu yüzden kaçmaya, inkâr etmeye başladın. Ama acıdan ne kadar çok kaçarsan, o seni o kadar çok kovalar. Ve en kötü yanı, kendini kaygı, öfke, anlamsız bir can sıkıntısı, nereden geldiğini bile anlamadığın kendini yok edici dürtüler olarak gizler. Görmezden gelinen acı kaybolmaz; sadece içine tüneller kazar, ta ki bir gün uyarı vermeden her şey çökene kadar.
Jung, acıyı tamamen farklı bir şekilde gördü. O, acının ruhun habercisi, bilinçaltının alarmı, bütünlüğünüzle uyumlu olmayan bir şey olduğunda, benliğinizin dikkatini çekmek için kullandığı bir dil olduğuna inanırdı. “Depresyon, siyahlı bir kadına benzer,” dedi. “Eğer ortaya çıkarsa, onu itme. Oturmasını davet et, ona bir kahve teklif et ve söyleyeceklerini dinle.” Ama sen dinlemiyorsun. Kendini susturuyor, dikkatini dağıtıyor, meşgul tutuyor, uyuşturuyorsun; gerçekten önemli olana bakmaktan kaçınmak için her şeyi yapıyorsun. Bu acı sana ne göstermeye çalışıyor?
Gerçek şu ki, acı çekmek çok acı verir, çünkü hâlâ kendinle savaş halindesin. Hâlâ, büyümek isteyen bir yanın var ve her şeyi olduğu gibi tutmak isteyen diğer bir yanın. İçinde dönüşüm için haykıran bir şey var, ama kontrol etmeye alışkın olan egon bu çağrıyı boğmaya çalışıyor. Ve acı, bu sürtüşmede doğar. Çünkü değişim acıtır, büyüme acıtır, eski inançları bırakmak acıtır, zehirli bağları kesmek acıtır, artık sana hizmet etmeyen şeyin ölmesine izin vermek acıtır. Bunların hepsi bir yastır; içsel bir ölüm ve yeniden doğuş süreci. Ama tam da bu yıkım alanında, yeni bir şey doğabilir. Çünkü içindeki her şey parçalandığında, kesinlikleriniz dağıldığında, acı kırılganlığınızı açığa çıkardığında, sonunda kim olduğunuzu görebilirsiniz: koruma katmanları olmadan, performans olmadan, maskeler olmadan. Ve tam o noktada, acı kutsal hale gelir, çünkü sizi, sizi özgürleştirebilecek tek şeyin önünde diz çöktürür: gerçek.
Jung bunu biliyordu. Acının, sistemin bir başarısızlığı olmadığını, sürecin bir parçası olduğunu anladı. Acı, yolun sonu değildir; bireyselleşmeye giden yolculuğun başlangıcıdır. Sorun şu ki, çoğu insan o karanlık vadiyi geçmeden önce pes eder; kaçarlar, dikkatlerini dağıtırlar, yüzeye geri dönerler. Ama siz öyle değilsiniz. Eğer buraya kadar geldiyseniz, bunun nedeni geçmeye hazır olmanızdır.
Çok az insan bireyselleşme yolculuğuna başlama cesaretine sahiptir ve daha da azı onu tamamlama cesaretine. Çünkü bu yol rahatlık vaat etmez, garanti sunmaz, egonuzu korumaz; onu yok eder. Jung, bireyselleşmeyi kendiniz olma süreci olarak adlandırdı, ama bu her şeyden önce, ne olduğunuzu sandığınızı unutmak anlamına gelir. Ve bu, herhangi bir dışsal reddedilmeden daha çok acıtır, çünkü sizi şimdiye kadar tanımlayan şeylerin çoğunun bir yanılsama olduğunu fark etmeye başlarsınız. Siz başarılarınız değilsiniz, travmalarınız değilsiniz, sevilmek, saygı duyulmak veya hayranlık duyulmak için oluşturduğunuz imaj değilsiniz. Bunların hepsi hayatta kalmak için yarattığınız şeylerdi, ama hayatta kalmak yaşamak değildir. Ve bireyselleşme, hayatın çağrısıdır; hayatta kalmanın ötesine geçme çağrısıdır.
Bireyselleşme, “Persona”nın, yani Jung’un yazdığı gibi “kolektif rahatlığın bir maskesi” olan şeyin çözülmesini gerektirir. Başka bir deyişle, altında yatanı keşfetmek için kendi derinizi yırtmanız gerekecek. Bu süreçte dokunulmaz olmaya başlarsınız, çünkü artık hiçbir şey sizi etkilemediği için değil, ateşten çoktan geçtiğiniz için; canavarlarınızla yüzleştiğiniz, utancınızın, muhtaçlığınızın, öfkenizin gözlerinin içine baktığınız ve “Seni görüyorum ve artık beni kontrol etmiyorsun,” dediğiniz için.
Bu içsel berraklık, kendi karanlığınızla yüzleştiğinizde ortaya çıkar. Bu berraklık size güç verir. Bu güç, onaya, tanınmaya veya kontrole bağlı değildir. Artık herkes tarafından sevilmenize, her tartışmayı kazanmanıza, güçlü görünmenize gerek yoktur, çünkü kim olduğunuzu biliyorsunuzdur. Ve kimse bunu sizden alamaz. Gerçek duygusal zırh bir kabuk değil, bir çekirdektir; tüm parçalarınızın, fırtınalar karşısında sarsılmaz kalan bir bilinç merkezine bütünleşmesidir. Acı hissedebilirsiniz ama bu sizi kırmaz. İncinmiş olabilirsiniz ama kendinizi kaybetmezsiniz, çünkü tepkisel olmayı bırakıp bütün oldunuz. Yüzeyde yaşamayı bıraktınız ve derinlikleri doldurmaya başladınız.
Ancak bu derinlik, bir bedeli beraberinde getirir: yalnızlık. Yalnız olacağınız için değil, bu yolculukta size eşlik edebilecek çok az insan olduğu için. Çoğu hâlâ yüzeyde, maskelerle, hissetme korkusu içinde sıkışıp kalmıştır. Ve siz kendinizi özgürleştirmeye başladığınızda, kaçınılmaz olarak kendinizi onlardan uzaklaştırırsınız. Ancak bu uzaklaşma bir reddedilme değil, bir olgunlaşmadır. Kendinizi gururdan uzaklaştırmazsınız; kendinizi uzaklaştırırsınız, çünkü bir zamanlar saklandığınız yere artık sığmazsınız.
Neredeyse oradayız. Şimdi buraya kadar geldiğinize göre, çok net bir şekilde söylenmesi gereken bir şey var: Hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey, sizi dışsal acıdan koruyamaz, eğer içinde olanların bilincinde olmazsanız. Kelimeler incitmeye, reddedilmeler acıtmaya, kayıplar sizi aşağı çekmeye devam edecek, ta ki siz uyanana kadar. Ve uyanış, büyülü bir olay değil, günlük bir seçimdir. İçinize bakmaktır, canınızı yaksa bile. Hissettiğiniz her şey için sorumluluk almaktır; artık başkalarını, geçmişi veya kaderi suçlamadan.
Carl Jung, “Direndiğin şey devam eder, kabul ettiğin şey dönüşür,” demişti. Tüm hayatınızı yeterli olmama korkusuna, reddedilmenin boşluğuna, yalnızlığın acısına, görülmemenin ızdırabına direnerek geçirdiniz. Ama bununla ne yaptınız? Saklandınız, kendinizi susturdunuz, her şeyi kontrol etmeye, mükemmel olmaya, güçlü olmaya çalıştınız. Ve bunların hepsi sizi buraya getirdi: bitkin, savaşmaktan yorgun, dünyaya ve kendinize karşı…
Ama şimdi, gerçek duygusal bağışıklığın sertlik olmadığını biliyorsunuz; bu, berraklıktır. Bu, zırh yaratmakla değil, farkındalığınızı genişletmekle ilgilidir. Çünkü tetikleyicilerinizi, kalıplarınızı, yaralarınızı anladığınızda, başkalarının eylemleri sizi yok etme gücünü kaybeder. Hâlâ hissedersiniz ama boğulmazsınız. Hâlâ acı çekersiniz ama kendinizi kaybetmezsiniz. Ve bu, her şeyi değiştirir. Sizi koruyan şey, kendinizi hayattan korumak değildir; bu, onun derinlerine dalmaktır. Yüzeyde yaşayanlar, herhangi bir dalgadan zarar görür. Dalanlar ise, aşağıda sessizlik, istikrar ve güç olduğunu bilirler. Ve gittiğiniz yer burasıdır.
Ve o bütünleşme, var olma, kabullenme yerinden yaşamaya başladığınızda, dünya sizi yıkmaya çalışabilir ama artık size vuracak bir yer bulamaz.