Dünyayı adeta bir bütün olarak, her zerresiyle hisseden insanlar vardır. Onlar için farklı olmak bir seçim, bir drama ya da bir kusur değildir; bu, sadece onların varoluş biçimidir – her şeye ve herkese derinden bağlı olarak yaşamak. Çoğu insan etraflarında işlevsel bir otopilotta hareket ederken, bu insanlar daha fazlasını algılar, daha fazlasını hisseder, daha fazlasını taşır. Onların varlığında, yüzeyselliğe sığmayan daha ağır bir bakış, daha derin bir duruş vardır.
Bu durum sadece duygusallıkla ilgili değildir; bu, neredeyse hiç kimsenin fark etmediği nüansları yakalayan genişlemiş bir algıdır: Bir ses tonundaki gizli titreşim, bir kelimeyi ağırlaştıran o söylenmemiş anlam, hissedilen ama dile getirilmeyen bir gerginlik… Bu yaşam biçimi, açılıp kapanan bir düğmeyle gelmez; her zaman oradadır, sürekli olarak çevreyi, mevcut insanları, enerjileri emer. Her şey içeri sızar: Yersiz bir yorum günlerce yankılanır, yakın birinin ifade edilmemiş acısı içsel bir ağırlık yaratır, hatta bir mekânın atmosferi bile ruh halini derinden etkiler. Ve bu sadece fiziksel bir etki değildir; içeride, kimsenin göremediği bir yerde sessiz bir yorgunluk, açıklanması zor duygusal uyaranlardan kaynaklanan bir aşırı yüklenme birikir.
Böyle yaşayanlar bilirler: Dünya, tam olarak bu tür bir hassasiyet için tasarlanmamıştır. Jungcu psikolojide bu varlık biçimi, özellikle sezgisel içe dönük kişilik tipleriyle ilişkilendirilir. Onlar sadece gözlerinin önünde olanı değil, aynı zamanda perdenin arkasındakini, olayların ve sözlerin altındaki gizli anlamları hisseden, sembollerle düşünen, bilinçaltından sızan o gizli dili anlayan insanlardır. Bu yüzden, aceleci, yüzeysel ve öngörülebilir rutinlerle dolu bir dünyada yaşamak, inanmadıkları bir oyuna zorla katılmak gibidir. Her şey biraz yapay, biraz kendi özünden kopuk hissettirir; içsel dünyanın hissettikleriyle dış dünyanın talep ettikleri arasındaki uyumsuzluk, derin bir yalnızlık ve sürekli bir “yersizlik” duygusu yaratır. Sanki yanlış olan siz değilmişsiniz de, başka bir ritimde atan dünya sizinle uyumsuzmuş gibi hissedersiniz.
Kierkegaard ve Heidegger gibi varoluşçu filozoflar, bu derinlemesine yaşama halini otantik varoluşun bir parçası olarak görmüşlerdir. Bu, hiç kimse doğrudan size zarar vermese bile, var olmanın ağırlığını derinden hissetmek, acıtmaktır. Jung da bu yolun, yani gerçekte kim olduğunuzu –sadece dünyanın görmeyi umduğu kişiyi değil, içsel bütünlüğünüzü– keşfetme ve olma süreci olan bireyselleşme için gerekli olduğunu belirtmiştir. Ancak bu süreç hiç de kolay değildir. Çünkü uyuyan bir dünyada tam anlamıyla uyanık ve bütün bir insan olmak yorucudur. Bu, çok fazla çalışan birinin fiziksel yorgunluğu değil, her şeyi yoğun bir şekilde hissetmekten, her an tetikte olmaktan kaynaklanan farklı türde bir yıpranmadır.
Rutin ve sıradan olan bile bir meydan okumaya dönüşür. Önemsiz konuşmalar, yüzeysel sosyal etkileşimler, hatta belirli yerlerde sadece bulunma gerçeği bile tüm enerjinizi emebilir. Ve en kötüsü, çoğu zaman kimse bunu fark etmez. Sizi inciten bir kelime, yanlış anlaşılan bir jest, içsel bir fırtınayı tetikleyebilir ve beden bunu zihinle birlikte derinden hisseder. Çünkü ruhu açık, adeta “derisiz” bir şekilde, her şeyi kapalı tutmayı tercih eden bir dünyada yürümek budur. Size “çok hassas” veya “abartıyorsun” denmesi, aslında bu açık ruhla yaşamanın doğal sonucunu anlamamaktan kaynaklanır. Gözenekli ve geçirgen bir varlıkla, başkalarının görmezden gelmeyi tercih ettiği şeyleri hissetmekten başka bir yol yoktur.
Böyle yaşayanlar için satır aralarını okumak, söylenmeyen acıyı birinin gözlerinde görmek doğaldır. Ve bu ağır gelir, çünkü onu kapatamazsınız; dünya ne kadar hafiflik, pratiklik, nesnellik talep etse de, sizin için yaşanan şey saf yoğunluktur. Sorun da burada başlar: Sanki bu bir kusurmuş gibi, insanlar onu “düzeltmeye” çalışırlar. Boşluğu tavsiyelerle, önceden hazırlanmış kişisel gelişim cümleleriyle, anlamsız klişelerle doldurmaya çalışırlar. Ancak çok hissetmek, olumlu düşünceyle veya irade gücüyle “çözülen” ya da “üstesinden gelinen” bir şey değildir. Bu geçici bir evre değil, köklü bir varoluş biçimidir.
Farklı bilinç seviyelerinin olduğunu anlamak önemlidir. Bazı insanlar, daha fazla derinlik taşımanın, dünyanın ağırlığını omuzlarında hissetmenin getirdiği bu yetenekle (veya yükle) doğmuşlardır. Kimilerinin “drama” olarak adlandırdığı şey, aslında otantik bir varoluş biçiminin meşru bir tezahürüdür. Peki, bu hassasiyet anlaşılmazsa, alay konusu olursa, içe dönüklük susturulursa, görmezden gelinirse ne olur? O zaman başka türlü acıtmaya başlar. Bir hediye olabilecek şey, bir işkenceye dönüşür. Çünkü özgürce çiçek açmak yerine içe kapanır ve iç çatışma doğar: “Eğer kimse beni gerçekten olduğum gibi kabul etmiyorsa, ben nasıl değerli olabilirim?” Acı artık sadece var olmakta değil, farklı olanı, özgün olanı sırf hayata devam edebilmek için saklamak zorunda kalmaktadır. Duygusal yoğunluğa sahip olmak bir kusur değil, nadir bulunan bir berraklığın başlangıcı olabilir. Ancak çok hisseden, çok gören, başkalarının fark etmediği katmanları algılayan kişi, otomatikleşmiş bir dünyada yalnız bir yolcudur. Bu, herkes parçalanmış gibi görünürken ve bir bütünmüş gibi davranırken, bütün kalmaya çalışmanın cesaret gerektirdiği bir yolculuktur.
Böyle yaşamak zor, evet. Ama aynı zamanda daha doğrudur; derinden hissetmek, gözlerin kavrayamadığını kalple görmektir. Ve burada belki de en acımasız olan şey, yanlış anlaşılmaktır. Bu sadece bir dil meselesi değildir; bu, görünmeyen bir yaradır. Bu yaraya sahip olanlar, dünyanın çok katmanlı derinliklerini görenler için, duyulmaktan öte hoş karşılanmanın, kabul görmenin hayati önem taşıdığını öğrenmek zorundadırlar. Bu insanlar adına konuşmak, ruhunu adeta bir sandıktan çıkarıp sunmaya benzer. Ve cevap aceleci bir yargı, kayıtsızlık veya sabırsızlık olduğunda, kırılan sadece bir konuşma değildir; kırılan, maske takmaya gerek kalmadan var olabilme umududur.
Hümanist psikolojinin öncülerinden Carl Rogers, gerçekten duyulmanın neredeyse mucizevi bir iyileştirici etkisi olduğunu söylemiştir. Ve bu doğrudur, çünkü ruhun derinliklerine dokunan gerçek bir dinleme eylemi, varlığından bile haberdar olmadığımız yaraları iyileştirebilir. Ona göre, insanlığın en derin acılarından biri, kabul görmek için gerçek benliğini gizlemek zorunda kalmaktır. Ve bu durum, her şeyi yoğun bir şekilde hissedenlerde daha da fazla acıtır. Derin bir insan iç dünyasını göstermeye çalıştığında ve karşılığında soğukluk, alaycılık veya sabırsızlık aldığında, bu sessiz bir travmaya yol açar: Özünün hoş karşılanmadığı travması.
İşte oradan, sürekli bir çabayla kendini düzenleme, kendinin bazı kısımlarını saklama süreci başlar. Hissettiklerini yumuşatırsın, kelimeleri filtrelersin, bir şey söylemeden önce iki, üç, dört kez düşünürsün. Yalan söylemek istediğin için değil, gerçeğini göstermenin korkutucu veya yabancılaştırıcı olabileceğini, reddedilme yaratabileceğini öğrendiğin için. Bu, duygusal bir hayatta kalma biçimidir; yargılanma korkusunun kendini ifade etme arzusundan daha ağır bastığı acı verici bir adaptasyondur. Ve yavaş yavaş, mutlu olmak için değil, sadece katlanılabilir olmak için kendini şekillendirirsin. Ama o sessizlik, o sahte uyum acıtır. Sessiz kalmayı seçenin yalnızlığından daha çok acıtır.
Ve kimsenin size söylemediği şey şudur: Tanınmadığında, anlaşılmadığında acı sadece büyür. Zamanla katlanır. Psikiyatrist ve Holokost’tan kurtulan Victor Frankl, insanların sadece acının kendisinden değil, o acının taşıdığı anlam eksikliğinden de muzdarip olduğunu söylemiştir. Ve konuştuğunda, içini döktüğünde kimse seni gerçekten dinlemiyorsa, kaybettiğin sadece bağlantı değildir; aynı zamanda kendi varoluşunla kurduğun anlam bağıdır. Kelimeler bir köprü olmaktan çıkar ve içinizdeki bir şeyi duvara çevirir. Yuttuğun her duygu, bastırdığın her düşünce, boğduğun her gerçek sertleşmeye başlar. Ama o acı geçmez; göğüste bir yerde durur, duyulmayı bekler.
Çünkü sorun hiçbir zaman çok fazla şey hissetmek değildi. Sorun, bunu huzur içinde yapabileceğin, kendini güvende hissedebileceğin bir alan bulamamaktı. İhtiyacınız olan şey tüm cevapları bilen biri değil, sizi acele etmeden ve yargılamadan dinlemeye istekli biridir. Jung’un dediği gibi, gerçek dinleme eylemi –söylenmeyeni bile kavrayan o dinleme– özgürleştiricidir. Acıya şekil veren şey, sonunda dinlenebilmektir. Hayatınızda böyle bir alan varsa, kendi gerçeğinize sadık kalmak bile başlı başına bir direniş eylemidir. Çünkü yüzeyselliği yücelten ve derinliği dışlayan bir dünyada, bütün kalmak sessiz ama güçlü bir cesaret türüdür.
Kaç kez kendinizi tuhaf hissettiniz? Çok fazla düşündüğünüz, çok fazla hissettiğiniz, başka hiç kimsenin fark etmediği ayrıntıları fark ettiğiniz için… Belki derin bir konuşma başlatmaya çalıştınız ve size “Ah, çok fazla düşünüyorsun,” diye cevap verdiler. Belki sizi inciten bir şeyi paylaştınız ve diğer kişi sanki bu taşınamayacak kadar ağır bir yükmüş gibi konuyu değiştirdi. Veya belki de sadece çok “yoğun”, “abartılı”, “aşırı hassas” görünme korkusuyla sessiz kalmayı seçtiniz. Bu durum, iş yerindeki boş konuşmalarda, performans gerektiren ilişkilerde, kim olduğunuzu filtrelemeniz gereken arkadaşlıklarda tekrar tekrar yaşanır. Bunlar küçük, biriken hayal kırıklıklarıdır; uyum sağlayanı, kendini olduğu gibi gösterenden daha çok değer veren bir toplumda yaşamanın sessiz isyanlarıdır. Ve sonra farkında olmadan saklanmaya, gerçeğinizi yumuşatmaya, asla sizin için yapılmamış bir alana uyum sağlamak için varlığınızı küçültmeye başlarsınız. Ama içeride, bir yerlerde hala acıyor. Ve bu acı, tam da hayattan kopuk olmadığınızın, yalnız olmadığınızın, sunabileceğiniz en gerçek şeyi –derinliği– hissettiğinizin kanıtıdır.
Psikolojik bir perspektiften bakıldığında, sosyal kabul karşılığında kendi özünü bastırma deneyimi, duygusal acıların en tetikleyicilerinden biridir. Bu sadece bir kişilik özelliği meselesi değildir; daha rafine, daha açık bir algı yapısından bahsediyoruz. Böyle daha bilinçli insanlar “kırık” değildir; onlar sadece dünyanın henüz tam olarak nasıl kabul edeceğini bilemediği bir duyarlılık seviyesinde çalışırlar. Ve bunun etkisi duyguların çok ötesine uzanır; ruh sağlığını, bedeni, ilişkileri, yaşam amacını etkiler. Derinlik bir hata değildir. Ancak kültürümüz hala gerçek olandan, dönüşüm potansiyelinden korkuyor.
Dönüşüm, çok fazla hissetmenin bir zayıflık işareti olmadığını, aksine yaşayan bir vicdanın, derin bir farkındalığın belirtisi olduğunu anladığımızda başlar. Ve iyileşme, yüzeyselliğe uyum sağlamakta değil, derinliğin bir sorun olarak değil, bir zenginlik olarak görülebildiği alanları bulmakta veya yaratmaktadır.