İnsanları Korkutacak Kadar Güçlü Bir Zihin Nasıl Oluşturulur – Nietzsche

Hiç fark ettiniz mi; gerçekten değişmeye başladığınızda, etrafınızdaki insanlar nasıl da belli belirsiz bir rahatsızlık duymaya başlar? Elbette, bunu açıkça dile getirmezler. Belki “endişe” maskesi altında sunulan tavsiyelerle ya da siz daha derin bir konuya değindiğinizde çöken o tuhaf sessizlikle gizlerler. Ancak derinde yatan basit bir gerçektir: Sizin zihinsel evriminiz, onların konfor alanlarını tehdit eder ve hiç kimse kendi rahatlığıyla yüzleşmeye zorlanmaktan hoşlanmaz.

Belki de tam şu anda bu süreci bizzat deneyimliyorsunuz. Farklı düşünmeye, farklı davranmaya, hatta bir zamanlar sorgusuzca kabul ettiğiniz şeyleri bile irdelemeye başladınız. Ve aniden kendinizi yalnız, yanlış anlaşılmış, belki de yargılanmış hissettiniz. İşte size kimsenin kolay kolay söylemeyeceği, ancak Nietzsche gibi düşünürlerin derinden anladığı gerçek: Bu, güçlü bir zihin inşa etmenin kaçınılmaz bedelidir. Öyle sıradan bir güç değil bu; öylesine yoğun ve gerçek bir güç ki, başkalarını rahatsız eder, hatta korkutur. Tek bir kelime etmeden bile, otomatik pilotta yaşayanların zayıflıklarını açığa çıkarır.

Peki, neden böyledir? Çünkü gerçekten güçlü bir zihin, kolektif vasatlığa yöneltilmiş bir tehdittir. Nietzsche bu konuda nettir: Kendi başınıza düşünmeye, kendi değerlerinizi yaratmaya ve hazır reçetelerin rahatlatıcı yanılsamasını terk etmeye karar verdiğiniz an, tehlikeli hale gelirsiniz. Sistem için, başkaları için ve en önemlisi, eski benliğiniz için bir tehlike.

Bu video, rahatlık arayanlar veya kolay cevaplar peşinde koşanlar için değil. Bu, kendi güvensizliklerinin esiri olmaktan bıkmış, içsel bir kopuşun eşiğinde hisseden ve kimsenin yıkamayacağı, kimsenin manipüle edemeyeceği bir zihin inşa etmeye hazır olanlar için bir meydan okumadır. Eğilip bükülmediği için korku uyandıran bir zihin. Eğer bu yola – yalnız, zorlu ama dönüştürücü olacağı kesin olan bu yola – hazırsanız, izlemeye devam edin. Çünkü Nietzsche’nin size öğreteceği şeyler önce sizinle yüzleşecek, ama sonra sizi özgür bırakabilir. Ve bir daha asla eskisi gibi düşünmeyeceksiniz.

Nietzsche yalnızca bir filozof değildi; adeta insan ruhunun bir cerrahıydı. Varoluşun uçurumuna bakma ve sadece onunla yüzleşmekle kalmayıp, içine dalma cesaretini gösteren biriydi. Ve tam da o uçurumda, birçok kişinin kaçındığı o içsel kaosta, gerçek gücün kaynağını buldu. Çünkü Nietzsche için insan; barış, istikrar veya düzen içinde değil, acının, düşüşün ve kaosun içinde dönüşür. Şöyle yazmıştı: “Dans eden bir yıldız doğurabilmek için insanın içinde hâlâ kaos olmalıdır.” Bu, şiirsel bir metafor olmanın ötesinde, psikolojik bir teşhistir.

Yani, sarsılmaz bir zihin inşa etmek istiyorsanız, bunun rahatlıkla, ucuz motivasyonlarla veya yüzeysel olumlamalarla gerçekleşeceği yanılgısından kurtulmalısınız. Gerçek güç, acıyla yüzleşmekten – ondan kaçmadan yüzleşmekten – doğar. Hayatınızdaki en büyük büyüme anlarını düşünün: Her şeyin yolunda gittiği zamanlar mıydı, yoksa paramparça olduğunuz, kaybolduğunuz ve kendi ellerinizle kendinizi yeniden inşa etmek zorunda kaldığınız anlar mı? Nietzsche, acının varoluşun bir hatası değil, aksine onun ana itici gücü olduğuna inanıyordu. Acıyı romantikleştirmedi, onu bir araç olarak gördü. Eğer acıyla, başarısızlıkla, yalnızlıkla olan ilişkinizi dönüştürebilirseniz, nadir bulunan bir şeyi şekillendirmeye başlarsınız: Yılmaz bir ruh. İşte tam o noktada, dünya sizden rahatsız olmaya başlar. Çünkü çoğu kişi kaostan kaçarken, siz onun içinde yürümeyi öğrenirsiniz. Diğerleri sıradanlık için yalvarırken, siz kendi büyüklüğünüzü yaratırsınız.

Ancak bu dönüşüm, size öğretilen her şeyle acımasız bir kopuşu gerektirir. Güçlü olmak, her zaman gülümsemek ya da sahte bir duygusal kontrol sergilemek değildir. Güçlü olmak, dayanılmaz olana katlanıp diğer taraftan daha da keskinleşerek çıkmaktır. Fakat Nietzsche, kaosun tek başına yeterli olmadığını biliyordu. Eğer sağlam bir içsel merkeziniz, bir çapanız yoksa, kaos sizi yok edebilir. İşte bu yüzden şimdi, Nietzsche felsefesinin belki de en sarsıcı anına değineceğiz: Tanrı’yı öldürdüğü ve varoluşsal sorumluluğun tüm ağırlığını omuzlarımıza yüklediği ana. Çünkü artık sığınacak bir gökyüzü kalmadığında, evrenin doğması gereken yer, sizin içinizdir.

Nietzsche, “Tanrı öldü,” dediğinde bir kutlama yapmıyordu; bir uyarıda bulunuyordu. Bugün bile pek çok kişinin tam olarak kavrayamadığı bir uyarı. Öldürdüğü şey, ilahi bir figürden ziyade, bir yanılsamaydı: Her şeyle ilgilenen daha yüksek bir otoritenin var olduğu, önceden belirlenmiş bir planın, dışarıdan bahşedilmiş bir anlamın ve amacın bulunduğu yanılsaması. Tanrı’nın ölümü, tüm bahanelerin sonudur. Ve bu korkutucudur. Çünkü o ana dek hayatınızın sorumluluğunu bir başkasına devretmek kolaydı; her şeyin bir nedeni olduğuna, acı çekmenin ilahi bir planın parçası olduğuna ve sonunda her şeyi haklı çıkaracak daha büyük bir iyiliğin var olduğuna inanmak rahatlatıcıydı.

Nietzsche bu perdeyi şiddetle yırtar, yüzünüze bakar ve “Yalnızsın,” der. Hazır bir anlam yok. Yaratıcı artık sensin. Güçlü bir zihnin gerçek inşası işte burada başlar. Çoğu insan, kaos karşısında kılavuzsuz, garantisiz ve suçlayacak kimse olmadan yalnız kaldığını anladığında çöker. Sadece bununla yüzleşme cesaretini gösterenler, yıkılmadan ayakta kalabilenler, Tanrı’nın ölümüyle açığa çıkan bu boşlukta sarsılmaz bir bilinç inşa etmeye başlar.

Nietzsche sizi radikal özgürlüğün uçurumuna iter. Artık emirlere uymak zorunda değilsiniz; değerler yaratmalısınız. İtaat etmek zorunda değilsiniz; kendinizi aşmalısınız. Bu, acımasız bir özerkliğin doğuşudur ve onunla birlikte muazzam bir ağırlık gelir: Her şey artık size bağlıdır. Günahlardan arınma, kurtuluş vaadi yoktur. Ya kendinizi inşa edersiniz ya da batarsınız. Ama işte sır burada: Sizi korkutan bu mutlak özgürlük, aynı zamanda sahip olabileceğiniz en büyük güç kaynağıdır. Kimsenin sizi kurtarmaya gelmeyeceğini anladığınız an, içinizdeki bir şey uyanır; kanarken bile sizi ayağa kalkmaya zorlayan bir ateş. Sizi kendiniz için düşünmeye, hissetmeye ve hareket etmeye iter – bir başkası bunun doğru olduğunu söylediği için değil, siz buna karar verdiğiniz için.

Bu varoluşsal koltuk değneklerinden kopuşla, Nietzsche daha da görkemli bir şeye zemin hazırlar: Yeni bir varoluş biçiminin, sürü kurallarına göre yaşamayan, onay veya izne ihtiyaç duymayan, kendi ahlakını yaratan, kendi sınırlarını aşan ve bir yaratıcı olarak yaşayan bir insan türünün ortaya çıkışı. Zayıfları korkutan bir varlık, çünkü onları oldukları gibi görmeye zorlar. Bu varlığın bir adı vardır: Übermensch, yani Üstinsan. Şimdi bundan bahsedeceğiz, çünkü hiç kimsenin kıramayacağı kadar güçlü bir zihin inşa etmek istiyorsanız, yalnızca kendi güç iradesiyle yönlendirilen, geleneklerin üzerinde yaşayan bu figüre nasıl dönüşüleceğini anlamalısınız.

Nietzsche, insanlığın yavaş ve pasif evrimine değil, kopuşa, radikal dönüşüme ve yaratıcı yıkıma inanıyordu. İşte bu yüzden Übermensch fikrini tasarladı. Bu, mistik güçlere sahip bir süper kahraman değildir. Übermensch, sıradan insanı bağlayan her şeyin – suçluluk, itaat, sürü ahlakı, kabul görme ihtiyacı – üstesinden gelmiş bir varlıktır. Kabul edilmeye çalışmaz, var olmak için izin istemez. Kendi iç yasalarını yaratır ve onlara göre yaşar – bu onu tüm dünyaya karşı konumlandırsa bile. Zihninin kırılmaz hale gelmesinin sebebi de budur: Başkalarının beklentileri üzerine kurulu değildir, kendini doğrulamak için dışsal onaya ihtiyaç duymaz.

Kendi iradesinden beslenir, gerçeği kendi suretinde şekillendirme dürtüsüyle güçlenir.

İşte kilit nokta: Übermensch dünyaya uyum sağlamaz, dünyaya anlam yükler. Rahatlık aramaz, büyüklük arar. “Buna izin var mı?” diye sormaz; “Bu bana layık mı?” diye sorar. Bakış açısındaki bu değişim her şeyi değiştirir. Kendinizi bir hizmetçi olarak değil, bir yaratıcı olarak görmeye başladığınızda, düşünme, hissetme ve davranma biçiminiz kökten değişir.

Ancak burada bir zorluk yatar: Bu tür bir varlık olmak, fedakarlık gerektirir. Hâlâ onay için yalvaran kendi parçalarınızı öldürmek zorunda kalırsınız. Ait olmamanın acısıyla yüzleşmek, kimliğinizi sıfırdan, garantisiz, sırt sıvazlamasız, seyirci alkışı olmadan inşa etmenin ağırlığını taşımak zorundasınız. Çoğu insan bununla başa çıkamaz; başlamadan vazgeçer, hazır inançların, dogmaların ve başkalarının onlar için yazdığı kuralların güvenli limanına geri döner.

Übermensch’e giden yol yalnızlıktır. Nietzsche bunu biliyordu; kendisi de kenarlarda yaşadı, yanlış anlaşıldı, deli olarak adlandırıldı, özgürleştirmeye çalıştığı dünyadan izole edildi. Ancak özgürlüğünü tam da bu izolasyonda buldu. Anlamanız gereken şey budur: Zihniniz güçlendikçe, kitlelerden uzaklaştıkça, daha yükseğe çıkarsınız. Übermensch’i inşa etmek, bir insanın karşılaşabileceği en acımasız ve dönüştürücü süreçlerden biridir. Çünkü size ait olmayan her şeyi – hasta bir kültürün, itaati ödüllendirip özgünlüğü cezalandıran bir toplumun size dayattığı her şeyi – yok etmenizi gerektirir. Ancak yıktıktan sonra inşa etmeye başlayabilirsiniz. Ve bu inşa, kalabalıklar arasında değil, sessizlikte, geri çekilmede, güçlüyü zayıftan ayıran o derin yalnızlıkta gerçekleşir.

Eğer zihinsel güce giden yolla ilgili size söylenmeyen bir sır varsa, o da şudur: Ne kadar güçlenirseniz, kendinizi o kadar yalnız hissedersiniz. Bu, kendinizi kasten izole ettiğiniz için değil, dünyanın sizinle ne yapacağını bilememeye başlamasındandır. Nietzsche bunu açıkça ifade etmiştir: Özgür ruh, ortak ahlaktan kopan, kolay gerçekleri kabul etmeyen, kendi başına düşünen kişi, kaçınılmaz olarak sürüden uzaklaşır. Bu uzaklaşma can yakar, ancak bu acı gereklidir. Çünkü gerçek büyüme alan ister ve başkalarının beklentilerine hapsolmuşken büyüyemezsiniz.

Çoğu insan, görünmez bir sürü içinde yaşar; her düşüncenin kontrol edildiği, her eylemin başkalarının tepkileriyle ölçüldüğü bir alanda yürümeye alışmıştır. Grup gibi düşünerek güvende hissederler. Ancak Nietzsche tam tersini önerir: Sizi o rahatlıktan koparıp çöle atar. O çölde alkış yoktur, övgü yoktur, rehber yoktur. Sadece siz varsınız: şüpheleriniz, travmalarınız, korkularınız, vazgeçme arzunuz. Gerçek sınav orada başlar. Çoğu insan ne yapar? Geri kaçar, maskelerinin ardına saklanır, hissetmiyormuş, düşünmüyormuş, görmüyormuş gibi yapar. Ama siz, gerçekten kimsenin kıramayacağı biri olmak istiyorsanız, kalmak zorundasınız. Gerçekte kim olduğunuzu ortaya çıkaran o sessizliğe katlanmak zorundasınız.

Nietzsche şöyle der: “Birey, kabile tarafından ezilmemek için her zaman mücadele etmelidir. Eğer denerseniz, sık sık yalnız kalacak ve bazen korkacaksınız. Ama kendine sahip olmanın bedeli çok yüksek değildir.” Kendine sahip olmak… Bu, bir insanın elde edebileceği en nadir ve en güçlü başarıdır. Çünkü gerçekten kendinize sahip olduğunuzda, kimse sizi kontrol edemez, kimse değerinizi dikte edemez ve kimse sizi yıkamaz.

Ancak bu sahiplik, yalnızlığın ağırlığıyla gelir. İnsanları kaybedersiniz, yanlış anlaşılırsınız. Kibirli, garip, mesafeli olduğunuzu duyarsınız. Sizi kalıplara sokmaya çalışırlar; deli, soğuk, duyarsız derler. Ama bu, evcilleştirilmemenin, alkışa ihtiyaç duymamanın, başkalarının ihtiyaçlarının bir aynası olarak yaşamamanın bedelidir. Ve işte acı gerçek: Eğer yalnızlığa dayanamıyorsanız, özgürlüğe hazır değilsiniz. Çünkü tüm gerçek özgürlük, terk edişle gelir: duygusal koltuk değneklerinin, rahatlatıcı yanılsamaların, faydacı dostlukların terk edilişiyle. Nietzsche bu yüzden yalnızlığı bir ayrıcalık, gerçek benliğin sonunda ortaya çıkmak için alan bulduğu bir savaş alanı olarak gördü.

Fakat bu özgür zihin, bu yüce ruh, sadece tek başına yürümez; başkalarının görmediğini görmeye başlar. Ve bununla birlikte ikinci kaçınılmaz etki gelir: Vasatlıkla yüzleşme. Çünkü güçlenmeye başladığınızda, kolektif vasatlık bunu hisseder ve tepki verir.

Nietzsche’nin asıl korktuğu ve felsefi bir öfkeyle kınadığı şey; tiranlar, otoriter liderler ya da açıkça baskıcı rejimler değildi. Onun hedefinde, kolektif vasatlığın sinsi ve aşındırıcı gücü vardı. Herkesi aynı seviyede tutan, farklı düşünmeye cesaret edenleri cezalandıran, itaati ödüllendiren ve korkaklığı erdem kılıfına sokan o görünmez sistem. Gerçek tiranlık, Nietzsche’ye göre, yukarıdan değil, yanlardan gelir; küçük kalmanızı talep eden kalabalıktan, böylece onlar büyümek zorunda kalmazlar.

Öne çıkmaya başladığınızda olan tam olarak budur. Zihniniz keskinleştiğinde, ruhunuz sağlamlaştığında, varlığınız daha belirgin hale gelir ve rahatsız etmeye başlarsınız. Yanlış bir şey yaptığınız için değil, nadir bir şey yaptığınız için: Kalıbı kırıyorsunuz. Ve toplum, kalıpları kıranlardan nefret eder. Kolektif vasatlık, bireysel parlaklığa dayanamaz, çünkü bu parlaklık, sıradan hayatın alacakaranlığını gözler önüne serer.

Nietzsche buna “köle ahlakı” adını verdi: Büyüklüğe ulaşamayanların, değerleri tersine çevirmeye karar verdikleri bir ahlak. Gücü kibre, hırsı bencilliğe, bağımsızlığı soğukluğa dönüştürdüler. Böylece zayıfları koruyan ve güçlüleri kınayan bir ahlaki sistem yarattılar. Ama yanılmayın, bu şefkatten değil, kızgınlıktan (ressentiment) kaynaklanır. Çünkü zayıflar kurtarılmak istemez; güçlülerin yok edilmesini isterler.

Bu yüzden kendinizi özgürleştirmeye başladığınızda size saldırmaya başlarlar. Bazen doğrudan, bazen bakışlarla, sessizlikle, iğneleyici sözlerle. Ama mesaj açıktır: “Gruba geri dön. Bizi küçük hissettiriyorsun.” Ve bunu, istemeden, sadece olduğunuz kişi olarak yaparsınız. Nietzsche, çoğu insanın felç edici bir uyum içinde, korku, suçluluk ve itaatle şekillenen bir varoluş sürdüğünü anladı. Bu durumu sorgulayan herkes bir tehdit olarak görülür.

Ancak aldanmayın: Sıradanlılığın saldırısı kaba kuvvetle olmaz. Tekrarın ağırlığıyla, uzlaşmayla, sayılarla saldırır. Kendinizden şüphe etmenizi sağlamaya çalışır. Uyum sağlayamadığınız için sizin yanlış olduğunuzu düşünmenizi ister. Utançtan dışlanmaya kadar tüm toplumsal araçları kullanarak başınızı eğdirmeye çalışır. Ve birçok kişinin vazgeçtiği an tam da burasıdır; çünkü garip, zor, kibirli olarak görülmeye dayanamazlar.

Fakat Nietzsche size başka bir isim verirdi: Gerekli. Çünkü dünya geri dönüştürülmüş fikirler, imal edilmiş arzular ve rahatlatıcı yalanlar etrafında dönerken, yeni bir şeyin doğması için gereken rahatsızlığı getiren, güçlü bireydir. Sizin farklılığınız, dönüşümün kıvılcımıdır, ama aynı zamanda direncin hedefidir. Güçlü olmak, özgürce düşünmek, özerk bir şekilde yaşamak – tüm bunlar kolektif sıradanlığa karşı bir savaş ilanıdır. Ve her savaş gibi, bu da hazırlık ve silahlar gerektirir; ancak fiziksel değil, zihinsel silahlar.

Buraya kadar geldiyseniz, bu sizi çoğunluktan ayırır. Çoğu insan ilk rahatsızlıkta, ilk zorlukta geri çekilirdi. Bu içeriğin egoyu okşamak için değil, rahatlatıcı yanılsamaları bırakıp gerçeklikle yüzleşmeye hazır olanlar için bir harekete geçme çağrısı olduğunu anladıkları an vazgeçerlerdi.

Korkutucu derecede güçlü bir zihin inşa etmenin bedeli yüksektir: Yüzeyselliğe dayalı dostlukları, teslimiyet gerektiren fırsatları, azla yetinme rahatlığını kaybedersiniz. Ama karşılığında paha biçilmez bir şey kazanırsınız: Bütünlük, berraklık, varoluşsal bir mevcudiyet. Çoğu insanın uykuda yaşadığını fark etmeye başlarsınız. Berraklığınız korkutucu gelir, kararlılığınız başkalarını titretebilir, yokluğunuz bile birçoklarının varlığından daha gürültülü olabilir.

Bu güç dışarıdan gelmez, kişisel gelişim kitaplarında öğretilmez, hazır ifadelerle ya da boş olumlamalarla kazanılmaz. Ruhun derinliklerinde, zor gecelerin sessizliğinde, kimsenin görmediği seçimlerde, kim olduğunuz ve kim olacağınız arasındaki içsel savaşta dövülür. Ve bu savaşın sonu yoktur. Çünkü gerçekten güçlü olanlar, zafer kazananlar değil, savaşmaya devam edenlerdir.

Nietzsche takipçiler yaratmak istemedi; içsel depremleri kışkırtmak istedi. Onay için sürünmeyi, anlam için yalvarmayı, hazır sistemlerde cevap aramayı bırakmanızı istedi. Kan, ter ve farkındalıkla inşa edilebilecek bir şey için: Tehlikeli olmanızı istedi. Şiddet anlamında değil, nadirlik anlamında. O kadar nadir ki, varlığınız bile başkalarını aynaya bakmaya ve kaçındıkları şeylerle yüzleşmeye zorlar.

Bu yolculuğun bir parçası, sesinizi sahiplenmek, varlığınızı ortaya koymaktır. İçinizdeki bir şey uyandıysa, burada durmayın. Bu yolculuğa devam edin. Buraya kadar geldiyseniz, sadece meraktan izlemediğinizi biliyorum. Buradasınız çünkü içinizdeki bir şey çoktan değişmeye başladı. Bu yüzden devam edin. Belki yalnız hissediyorsunuz, ama bu sadece önde olduğunuz anlamına gelir. Ve evet, bu korkutucu olabilir, ancak aynı zamanda tarif edilemez derecede özgürleştiricidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir