Hiç kimsenin sana kolay kolay itiraf etmeyeceği bir gerçeği bilmek ister misin? Sıkışmış durumdasın. Evet, sen. Kendi ellerinle, kendi tuğlalarınla inşa ettiğin görünmez bir hapishanenin içinde mahsursun. “Başkaları ne der?” diye düşünerek aldığın her kararla, başarısız olma korkusuyla vazgeçtiğin her adımla, gerçek bir çığlık atma isteğini gizleyen her sahte gülümsemeyle ördün bu duvarları.
Göğsündeki o baskıyı hissediyor musun? Bu, basit bir kaygı ya da stres değil. Bu, başkaları için yaşanan bir hayatın, seni izlemek için bilet bile almamış seyircileri memnun etmek üzere tasarlanmış bir varoluşun dayanılmaz ağırlığıdır. Ve en acımasız olanı ne biliyor musun? Kimse senden bu fedakarlığı istemedi. Hiç kimse özgürlüğünden, özünden, sahiciliğinden vazgeçmeni talep etmedi. Ama sen bunu gönüllü olarak yaptın. Kendini başkalarının beklentilerine zincirledin, kimliğini geçici alkışlar ve anlık onaylar karşılığında adeta sattın.
Ve şimdi, dönüp kendine baktığında, senden geriye ne kaldı? Hangi parçan gerçekten sana ait? Hangi yanını korku, güvensizlik ve uyum sağlama ihtiyacı şekillendirdi?
Seni kontrolün anahtar olduğuna inandırdılar. Hayatının her alanını yönetirsen her şeyin yoluna gireceği, her şeyin mükemmel olacağı yanılsamasını sana sattılar. Kimsenin sana söylemeye cesaret edemediği gerçeği bilmek ister misin? Mutlak kontrol bir yalandır; seni meşgul etmek, dikkatini dağıtmak ve gerçekten önemli olan şeylerden – içsel özgürlüğünden, sahiciliğinden – uzak tutmak için tasarlanmış zihinsel bir tuzaktır. Kontrol sahibi olma konusunda ne kadar takıntılı olursan, kaygıya, sessiz bir umutsuzluğa, asla tam olarak yaşayamayacağın bir hayata doğru o kadar sürüklenirsin. Çünkü her zaman, asla gelmeyecek mükemmel bir ana veya duruma hazırlanmakla meşgulsündür.
Her şeye sahipmiş gibi görünmene rağmen neden içinde açıklanamayan bir boşluk hissettiğini hiç merak ettin mi? Çünkü sahip olduğun şeylerin çoğu aslında tam olarak senin değil. Başarıların, ilişkilerin, hatta düşüncelerin bile, başkaları tarafından nasıl algılanacağına dair o sürekli endişeyle kirlenmiş durumda. Ve dışarıdan onay aradıkça, merkezinden, bir zamanlar nasıl tanıyacağını bildiğin ama şimdi zar zor hatırladığın o gerçek özünden giderek daha fazla uzaklaşırsın.
Michel de Montaigne, 16. yüzyılda, kendi inşa ettiği sessiz kulesinden, bugün bizim kabul etmekte zorlandığımız bir gerçeği açıkça görmüştü: İçsel kopuş – ama bu kayıtsızlık değil, dış beklentilerden ve kontrol yanılgısından bilinçli bir ayrılış – gerçek özgürlüğe giden tek yoldur. Montaigne, bizi tuzağa düşüren şeyin dış koşullar değil, kontrol edilemeyeni kontrol etme yönündeki o hastalıklı çabamız, memnun etme, uyum sağlama ve eleştiriden her ne pahasına olursa olsun kaçınma saplantımız olduğunu anlamıştı.
Peki ya sana, o kadar korktuğun bu kopuşun aslında özgürlüğünün kapısını açan anahtar olduğunu söylesem? Bir an için bile olsa, sıkı sıkı tuttuğun o ipi – seni kurtaracağına inandığın ama aslında yavaş yavaş boğan o ipi – bırakmaya cesaret etsen ne olurdu?
Çünkü paradoks tam da burada yatıyor: Ne kadar çok kontrol etmeye çalışırsan, aslında o kadar az kontrole sahip olursun. Ne kadar çok memnun etmeye çabalarsan, o kadar az özgünleşirsin. Ve değişime ne kadar direnirsen, kaçınılmaz olarak geldiğinde o kadar güçlü bir şekilde seni sarsar. Dünya senin kontrolün altında işlemiyor ve hiçbir zaman da işlemeyecek. Bunu kabul etmek zayıflık değil, bilgeliktir. Yaşamın kaosu ve öngörülemezliği, basit ama korkutucu bir eylemi gerektirir: Bırakmayı.
Onaylanma ihtiyacını bırak. Başarısızlık korkunu bırak. Kendini başkalarının yargılarından korumak için yarattığın o sahte kimlikten vazgeç. Bir saniyeliğine hayal et: Başkalarının fikirleri hakkında bu kadar endişelenmeyi bıraksan ne olurdu? Sürekli korkuların olmasaydı kim olurdun? Eğer hiç kimsenin seni yargılamayacağını bilsen ne yapardın? İşte tam şu an zihninde canlanan o kişi, zihinsel zincirlerden arınmış o versiyonun, gerçek sensin.
Ama bu rahatsız edici olasılığın ardında daha karanlık, daha derin bir korku yatıyor olabilir: Kontrolü bırakmaktan korkuyorsun, çünkü içten içe, bu zincirler olmadan kim olduğunu bilmiyorsun. Kimliğinin o kadar sulandığını, dışsal olanla o kadar iç içe geçtiğini keşfetmekten korkuyorsun ki, tüm bunları bıraktığında belki de geriye hiçbir şey kalmayacakmış gibi geliyor.
Ama işte Montaigne’in yüzyıllar önce kulesinden fısıldadığı o hem özgürleştirici hem de acımasız gerçek: Ancak olmadığın şeyleri bıraktığında, gerçekte ne olduğunu ilk defa net bir şekilde görebilirsin. Aradığın özgürlük, seni şu an felç eden korkunun hemen diğer tarafında duruyor. Bu cevap ne bir kişisel gelişim kitabında, ne motivasyonel bir konuşmada, ne de gizemli bir sırda saklı. O, tam şu anda, hayatınla yüzleşme ve “Artık kimsenin onayına ihtiyacım yok. Artık öngörülemeyeni kontrol etmeye çalışmama gerek yok. Artık olmadığım biri gibi davranmak zorunda değilim,” diyebilme cesaretini toplamanı bekliyor.
Şimdi söyle bana: Bırakmaya hazır mısın? Yoksa kontrol yanılsamasına tutunmaya devam mı edeceksin; her geçen günün seni gerçek özünden biraz daha uzaklaştırdığını bilerek? Bu, yapmak istemediğin ama acilen yapman gereken bir yolculuğun sadece başlangıcı. Ve karar tamamen senin: Kendi inşa ettiğin altın bir kafeste mi yaşayacaksın, yoksa bilinmezliğe – seni korkutan ama sonunda seni gerçekten canlı hissettirecek o özgürlüğe – atlama riskini mi göze alacaksın?
Bağımsızlık felsefesine, kendin hakkında bildiğini sandığın her şeyi sarsacak o içsel özgürlük arayışına hoş geldin. Yol rahatsız edici olabilir, ama seni temin ederim ki, o özgürlüğe doğru bir adım atmaktan daha korkutucu olan tek şey, tam olarak şu an bulunduğun yerde kalmaktır.
Seni hedeflere ulaşmanın en önemli şey olduğuna ikna ettiler. Peki ya bu hedeflerin çoğunun aslında sana ait olmadığını keşfetsen ne olur? Hayatın boyunca başkalarının inşa ettiği merdivenleri tırmanmaya çalıştın, ama o zirveye gerçekten ulaşmak isteyip istemediğini hiç sorgulamadın. Ve şimdi, belki de o kadar yükseğe çıktın ki, gördüğün manzara hayalini kurduğun yer mi, yoksa bir başkasının senin için tasarladığı o manzaranın çarpıtılmış bir yansıması mı?
Başarı fikrine takıntılıyız. Belirli hedeflere ulaşmanın sonunda bize huzur getireceğine inanıyoruz. Peki, başarının tam olarak ne olduğunu hiç düşündün mü? Ve daha da önemlisi, kimin başarısı? Belki de seni mutlu etmesi gereken hedeflerin birçoğuna çoktan ulaştın: Doğru eğitimi aldın, doğru yerde çalıştın, doğru insanlarla ilişki kurdun. Ve yine de, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorsun. Geceleri seni uyandıran o his, o rahatsız edici fısıltı, uzun zamandır görmezden geldiğin o sestir: Gerçek özün duyulmak istiyor.
Montaigne, dünyanın gürültüsünden uzakta, kendi seçimiyle yaşadığı o kule hapsinde, sarsıcı ve tehlikeli bir şey keşfetti: Gerçek başarı, sana satılan şeye hiç benzemez. Toplumsal bir statü değildir, mal mülk biriktirmek değildir, dışarıdan gelen bir tanınma bile değildir. Gerçek başarı – peşinden gitmeye çok az kişinin cesaret edebileceği türden başarı – kendi doğanla tam bir uyum içinde yaşamaktır.
Ama tabii ki bunun için, maskenin, beklentilerin ve her gün dünyaya sunduğun o sahte kimliğin ötesinde, gerçekte kim olduğunu bilmen gerekir. ‘Mış gibi’ yapmaya o kadar alıştın ki, seni temsil etmeyen bir imajı sürdürmek için her gün ne kadar muazzam bir enerji harcadığının farkında bile değilsin. Ama zihin acımasızdır; görmezden gelmeye çalışsan da, içinde isyan eden bir şeyler vardır. Er ya da geç, bu sahteliği çatlatan bir şey olur.
Rahatsız edici ama özgürleştirici bir gerçek mi istiyorsun? Karakterlerin, rollerin arkasına saklanmaya devam ettiğin sürece gerçek huzuru asla bulamayacaksın. Stres, kaygı ve o sürekli boşluk hissi, başkaları için yaşanan bir hayatın kaçınılmaz sonucudur.
Ama asıl zorluk burada başlıyor ve Montaigne bunu çok iyi biliyordu: Çoğu insan, kendileri olmanın getireceği belirsizlikle yüzleşme riskindense, rahatsız edici bile olsa bilindik bir hayatın güvenliğini tercih eder. Gerçekte kim olduklarını keşfetme macerasına atılmaktansa, yarım bir ömürle yaşamayı, mutluluk kırıntılarıyla yetinmeyi yeğlerler. Peki sen hangi gruptasın? Kendini bulma riskini göze alanlardan mısın, yoksa rutinin uyuşturucu konforunda kalmayı tercih edenlerden mi?
Çünkü evet, rutin çok etkili bir anesteziktir. Seni meşgul eder, dikkatini dağıtır, iradeni yavaş yavaş uyuşturan tekrarlayıcı bir döngüye hapseder. Ancak göremediğin şey, bu görünürdeki güvenliğin çok yüksek bir bedeli olduğudur: İçsel özgürlüğünün tamamen kaybı.
Ve özgürlük, birçoklarının sandığı gibi her an istediğini yapabilmek değildir. Özgürlük çok daha derindir: Beklentileri sorgulama, kalıpları yıkma ve bazen en çok sevdiklerini hayal kırıklığına uğratmak anlamına gelse bile, kendine karşı dürüst olma cesaretidir.
Belki bu noktada, “Ya özgün olursam, bugüne kadar inşa ettiğim her şeyi kaybedersem?” diye düşünüyorsun. İşte tam burada başka bir paradoks devreye girer: Eğer sahip olduklarını korumak için sürekli ‘mış gibi’ yapman gerekiyorsa, o zaman onlar zaten gerçek anlamda senin değillerdir. Gerçek ilişkiler, gerçekten önemli projeler, sahip çıkmaya değer başarılar, özgünlükle pekâlâ bir arada var olabilirler. Hatta tam tersi: Ancak özgün olduğunda, hayatında neyin gerçekten önemli olduğunu ve neyin sadece yer kapladığını ayırt edebilirsin. Gerçekte, düşündüğünden çok daha az kaybedecek, inandığından çok daha fazla kazanacak şeyin var.
Ama tabii ki önce o adımı atmalısın; bilinmeyene, tam olarak kontrol edemeyeceğin ama en azından gerçekten senin olacak bir hayata doğru o adımı. Ve işte Montaigne’in temel fikri bir kez daha karşımıza çıkıyor: Kopuş, sevdiğin şeyleri terk etmek anlamına gelmez. Tam aksine, ancak mutlak içsel özgürlüğe ulaştığında gerçekten sevebilir, inşa edebilir ve bağlanabilirsin. Kaygı ve zorunluluktan dolayı sahip olduğun her şey, sonunda sana sahip olur.
İşte size kimsenin söylemediği mesaj: Çoğu insan sahip olduklarını kaybetme korkusuyla yaşar, çünkü onları kaybettiklerinde ne olacağını keşfetme iznini kendilerine hiç vermemişlerdir. İlişkilere, işlere, önceden paketlenmiş kimliklere umutsuzca tutunurlar ve bu çabanın içinde, gerçek hayatın, seni temsil etmeyen şeylere tutunmayı bıraktığın anda başladığını unuturlar.
Peki şimdi ne yapacaksın? Kim olduğunu keşfetmekten korkarak, eylemsizlik içinde yaşamaya devam mı edeceksin? Yoksa sonunda bilineni bırakıp, belirsizliğe – seni korkutan ama içinde çok daha değerli bir şeyi keşfetme olasılığını barındıran o alana – atılma cesaretini mi göstereceksin? Kontrolden, onaydan ve korkudan uzakta, gerçekte kim olduğunu keşfetme olasılığına… Bu, Montaigne’in sessiz kulesinden yürüdüğü yoldur ve şimdi senin önünde uzanan yol da budur. Yürümeye cesaret edecek misin, yoksa kendi varoluşunun pasif bir seyircisi mi olmaya devam edeceksin? Cevap yalnızca sende.
Bu çizgide ilerlersek, hikâye anlatma eyleminin yalnızca bilgi veya duygu aktarmanın bir aracı olmadığını, aynı zamanda kimlik arayışımızın derin bir aynası olduğunu da görebiliriz. Anlattığımızda – bilinçli ya da bilinçsizce – kendimizi, olduğumuz veya olmayı arzuladığımız şeyin bir yansımasının önüne koyarız. Anlatı, böylece kendimizi keşfetmemiz için güçlü bir araç haline gelir; her karakter, her durum, en derin arzularımızı veya en gizli korkularımızı yansıtabilir.
Kurgunun, hayatı prova etmenin bir yolu olduğunu sıklıkla unuturuz; gerçek riskleri almadan birden fazla kaderi yaşayabileceğimiz bir tür duygusal simülatör. İçinde bulunduğumuz gibi toplumsal belirsizlik veya kriz zamanlarında, hikâyeler daha da önemli hale gelir. Aynı anda hem bir sığınak hem de bir arınma imkânı sunarlar. Ancak konforun ötesinde, günlük gerçekliğimizde nadiren göstermeye cesaret edebildiğimiz bir cesarete de kapı aralarlar; bizi hayali sınırları aşmaya ve radikal biçimde farklı bakış açılarını keşfetmeye davet ederler.
Ve işte burada ilginç bir nokta ortaya çıkıyor: Kendimize anlattığımız hikâyeler günlük kararlarımızı ne ölçüde etkiliyor? Belki de içimizde geliştirdiğimiz anlatı, dış gerçekliği nasıl yorumladığımızı belirliyor, deneyimlerimizi filtreliyor ve görünmez ama sürekli bir şekilde hayatımızın gidişatını şekillendiriyor. Dolayısıyla hikâye anlatmanın gücü yalnızca sosyal veya kültürel değil, aynı zamanda son derece kişiseldir; kendimize kim olduğumuzu anlatmak için seçtiğimiz kelimeler, bugünümüzü ve geleceğimizi dönüştürme yeteneğine sahiptir.
Bu bizi daha da kışkırtıcı bir soruya getiriyor: Ya kendimize anlattığımız hikâyeyi değiştirmek, kaderimizi yeniden yazmanın bir yolu olsaydı? Pek çok insanın, kendilerine ait olmayan, miras alınmış anlatıların – başarısızlık hikâyeleri, sınırlamalar, dayatılan roller – içinde sıkışıp kaldığını düşünmek abartı olmaz. Ve yine de bunları sarsılmaz gerçekler olarak kabul ederler. Bu anlamda, kişinin kendi anlatısını yeniden sahiplenmesi, son derece devrimci bir eylem olabilir: Kendimizi sadece kurbanlar olarak değil, geçmişi yeniden yorumlayabilen ve farklı gelecekler tasarlayabilen kahramanlar olarak yeniden yazmak.
Üstelik ilginç bir olgu daha var: Anlattığımız hikâyeler yalnızca davranışlarımızı değil, aynı zamanda başkalarının bizi nasıl algıladığını da etkiler. Kim olduğumuza dair iyi kurgulanmış bir anlatı, ilişkilerimizi, fırsatlarımızı ve dünyanın bize verdiği tepkileri etkileyen bir tür kendini gerçekleştiren kehanet haline gelebilir; sanki bu içsel anlatı, hepimizin farkında olmadan sahnelenmesine yardımcı olduğumuz sessiz bir senaryoymuş gibi. Dolayısıyla kişisel hikâyemizi bilinçli bir şekilde inşa etmek, sadece bir iç gözlem meselesi değil, aynı zamanda bir yaşam stratejisidir.
Öte yandan, kişisel anlatıda çelişkinin rolünü de göz önünde bulundurmalıyız. Bizler doğrusal varlıklar değiliz, hikâyelerimiz de öyle olmamalı. Zengin bir anlatının karanlık alanları, rota değişikliklerini, çelişkileri ve belirsizlikleri içerdiğini kabul etmek, insanı bütünüyle kucaklamaktır. Gerçekten de en iyi hikâyeler, her şeyin mükemmel bir şekilde yerine oturduğu hikâyeler değil, zihnimizde açık sorular, rahatsız edici anlar ve karmaşanın ortasında parlayan hakikat anları bırakanlardır. Anlatılanın – ve dolayısıyla hayatın – güzelliği belki de bu kusurda yatar.
Ve belki de tüm bunların en şiirsel yanı şudur: Kendimizi yeniden yazmayı asla bırakmayız. Her konuşma, her karşılaşma, her sessizlik bile anlatımıza bir satır ekler. Bizler, bitmemiş bir metnin sürekli yazarlarıyız; bazen bilinçli, bazen bilinçsiz. Her karar, ne kadar küçük olursa olsun, hikâyemizin yeni bir versiyonunu şekillendirir.
Eğer buraya kadar izlediyseniz, muhtemelen güçlü bir şeyi fark etmişsinizdir: Başkalarının yazdığı bir hikâyenin ikincil karakterleri değiliz; yaratıcı bir sürecin tam ortasındaki yazarlarız. Ve işin ilginç yanı, son taslak diye bir şeyin olmamasıdır. Her gün yeni bir sayfa olabilir; evet, ama aynı zamanda öncekileri yeniden yorumlayan bir sayfa. Dün hüzünlü bir bölüm gibi görünen şey, bugün bir yeniden doğuşun dönüm noktası olarak okunabilir. Ve belki de insan anlatısının büyük simyası budur: Yara izlerini sembollere, hataları olay örgüsüne, sessizlikleri gerilime dönüştürmek.
Ama dikkat edin, işte son sürpriz burada: Ya yaşamanın gerçek sanatı, anlattığımız hikâyenin tam olarak ne olduğunu hiçbir zaman bilememekse? Çünkü belirsizlikte de bir güzellik vardır. Bir komedide mi, trajedide mi, yoksa destanda mı olduğunuzu bilmemek, neredeyse büyülü bir özgürlüktür. Bazen en güçlü hikâyeler, büyük bir alkışla bitenler değil, henüz bitmediği için yazmaya devam etme isteği uyandıranlardır.