Yaşlandıkça Zaman Neden Daha Hızlı Geçiyormuş Gibi Görünür?

Zaman… Etrafımızdaki her şeyi sessizce kontrol ediyor gibi görünen, sabit ve amansız bir varlık. Programlarımızı, yaşlanmamızı, anılarımızı ve hatta hayatı algılayışımızı o şekillendiriyor. İnsan varoluşunun adeta değişmez nabzı gibi. Ancak bu nesnel gerçekliğin yanında, hepimiz zamanı daha kişisel, daha yoğun bir şekilde de deneyimliyoruz. Yaşlanıyoruz, evet, ama neden çocukluk yılları umut ve olasılıklarla dolu sonsuz bir alan gibi görünürken, yaş ilerledikçe o “sonsuz” zaman avuçlarımızdan giderek daha hızlı akıp gidiyor gibi hissediyoruz?

Bu kadim soru, yüzyıllardır filozofları ve bilim insanlarını meşgul etmiştir. Platon zamanı göksel hareketlerle ilişkilendirirken, Aristoteles onu ruhun bir niteliği olarak görmüştür. Einstein ise zamanı, tıpkı uzay gibi bükülebilen, esnek bir boyut olarak tanımlamıştır. Ancak konu, zamanın yaşla birlikte neden hızlanıyor gibi göründüğünü açıklamaya geldiğinde, belki de hiçbir düşünür Fransız filozof Henri Bergson kadar derin ve kışkırtıcı bir cevap sunamamıştır. Bergson’un zaman üzerine geliştirdiği fikirler, onu Albert Einstein ile ünlü ve entelektüel açıdan çığır açıcı bir tartışmaya sürüklemiştir. Bu videoda, bu iki entelektüel devin çatışan görüşlerini ve Bergson’un zaman algımıza getirdiği devrimci bakış açısını daha yakından inceleyeceğiz.

Düşünce dünyasının merkezi figürlerinden biri olan Henri Bergson’un fikirleri, sadece filozofları değil, aynı zamanda yazarları, sanatçıları ve modern entelektüelleri de derinden etkilemiştir. Parlak bir zekâya sahip olan Bergson, felsefeye yönelmeden önce matematik alanında da yetkinliğini kanıtlamıştır. 1927 yılında, derin ve yenilikçi felsefi katkılarının tanınmasıyla Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

1889’da yayımlanan doktora tezi “Zaman ve Özgür İrade”, zaman felsefesinde bir dönüm noktası olmuştur. Bergson bu çalışmasında, geleneksel, doğrusal ve ölçülebilir zaman görüşüne meydan okumuştur. Ona göre zaman, sadece bir dizi ölçülebilir olaydan ibaret değildir; o, her şeyden önce insan bilincine derinden bağlı öznel bir deneyimdir. Zamanı algılayışımız, duygusal ve zihinsel durumlarımıza göre sürekli olarak farklılık gösterir.

İşte tam bu noktada Bergson, felsefesinin temel taşlarından birini ortaya koyar: Ölçülen Zaman ile Süre arasındaki köklü ayrım. Ölçülen Zaman: Hepimizin aşina olduğu, saatlerin, takvimlerin ve ajandaların zamanıdır. Saniyelere, dakikalara, saatlere ve günlere bölünmüştür. Geçmişten geleceğe doğru tekdüze bir şekilde ilerleyen, neredeyse otomatik olarak takip ettiğimiz doğrusal bir çizgidir. Bu, hayatı organize etmek için gerekli, pratik bir kavramdır. Einstein, bu kavramı daha da genişleterek zamanı, uzayla içsel olarak bağlantılı dördüncü bir boyut olarak tanımlamıştır. Süre: Bergson’a göre ise ölçülen zaman, gerçekliğin sadece basitleştirilmiş, yapay bir temsilidir; bir yanılsamadır. İşlevsel olmasına rağmen, bu mekanik zaman kavramı, gerçekliği algılayışımızı sınırlar. Bilim insanlarının fiziksel dünyayı incelemek için sıklıkla kullandığı bu homojen ve bölünebilir zaman, bizim zamanı gerçekte nasıl deneyimlediğimizi yansıtmaz. İşte Bergson tam burada Süre kavramını tanıtır. Süre, saat zamanından farklı olarak ölçülemez, sadece hissedilir. Kişiden kişiye, anlık zihin durumumuza ve yaşadığımız deneyimlere göre değişir. Süre, kesintisiz, akışkan, niteliksel ve bölünemez bir bilinç akışıdır.

Süre kavramını daha iyi anlamak için kendi deneyimlerimizi düşünelim. Gerçekten keyif aldığınız, tamamen daldığınız bir aktiviteyle (örneğin yaratıcı bir çalışma veya sevdiğiniz biriyle derin bir sohbet) meşgulken zamanın nasıl “uçup gittiğini” fark etmişsinizdir. Bir saat, size sadece on dakika gibi gelebilir. Öte yandan, trafikte sıkışıp kaldığınızda, sıkıcı bir toplantıda oturduğunuzda veya bir doktor muayenehanesinde endişeyle beklerken her bir dakika sonsuzluk gibi uzar.

Zaman algısı üzerine çalışan Claudia Hammond, kitabında ilginç bir çalışmadan bahseder: Araknofobisi (örümcek korkusu) olan insanlardan 45 saniye boyunca örümceklere bakmaları istenmiştir. Süre sonunda ne kadar zaman geçtiği sorulduğunda, hepsi de gerçekte olduğundan çok daha uzun süre baktıklarını hissettiklerini söylemişlerdir. Katılımcılar gerçekten fiziksel bir tehlike altında olmasalar da, korku duygusu onların zaman algısını değiştirmiş, zamanın yavaşlamış gibi görünmesine neden olmuştur. Bu bize, zamanın sadece nesnel bir ölçü olmadığını, onu deneyimleme biçimimizin duygularımıza ve içinde bulunduğumuz bağlama göre kökten değiştiğini gösterir.

Bergson için zamanın gerçek doğası buydu: Takip ettiğimiz düz bir çizgi değil, sürekli akan, niteliksel olarak değişen, öznel bir nehir.

Bergson, ölçülen zamanı modern yaşam üzerinde bir tür tiranlık olarak görmüştür. Saatler, programlar, son tarihler ve sürekli bir sonraki göreve yetişme telaşı, bizi hayatın en derin ve en anlamlı deneyimlerinden uzaklaştırır. Mekanik zaman, bizi sürekli bir sonraki ana iten, şimdiki anın tam olarak yaşanmasına, tefekküre veya deneyimin akışına dalmaya yer bırakmayan sıkı bir efendidir. Bergson, zamanı bu şekilde ölçme ve ona bu kadar bağımlı olma halinin, modern dünyanın neden giderek daha telaşlı, endişeli ve parçalanmış hale geldiğinin temel nedenlerinden biri olduğuna inanıyordu. Zamana ve onu kontrol etmeye olan bu saplantımız, bizi kendi gerçek Öz’ümüzle, yani Süre deneyimimizle bağlantı kurmaktan alıkoyar.

Bergson’un süre fikri, zaman algımızın neden değişebildiğini de açıklar. Yaratıcılık, derin bir sevinç veya tam bir akış anlarında, kendimizi tamamen yaşadığımız deneyime kaptırdığımızda, saatin tik-taklarını veya zamanın mekanik geçişini düşünmeyiz. Deneyimin akışına dalarız. Süre akışkan ve sürekli olduğundan, bu anlarda zaman geniş, açık ve dolu hissedilir. Ölçülen zamanın yanılsaması kaybolur ve geriye sadece deneyimin saf, filtresiz yaşantısı kalır. Tam tersine, sıkıldığımızda veya endişeli olduğumuzda, zamanın geçişine karşı aşırı bilinçli hale geliriz ve o da bize yavaşlıyormuş gibi görünür. Çünkü Süre’nin akışkan deneyiminden kopup, ölçülen zamanın yapay çerçevesine hapsoluruz.

Henri Bergson’un zaman üzerine fikirleri, onu 1920’lerde modern fiziğin babası Albert Einstein ile ünlü bir tartışmaya götürdü. Bu entelektüel çatışma, zamana dair iki kökten farklı görüşü karşı karşıya getirdi: Fiziğin nesnel, ölçülebilir ve mutlak (görelilik bağlamında esnek olsa da) zamanı ile felsefenin öznel, deneyimsel ve akışkan süresi.

Başlangıçta Einstein’ın görelilik teorisini tartışmak üzere planlanan derste, dönemin popüler ve saygın filozofu Bergson da söz aldı. Einstein’ın katkılarını övmekle birlikte, zamanın insan deneyimi üzerindeki etkisine dair kendi vizyonunu sundu. Kısmen dil bariyeri (Bergson Fransızca konuşuyordu), kısmen de argümanının felsefi derinliği nedeniyle Einstein başlangıçta hazırlıksız yakalandı. Sonunda Einstein, felsefi zaman diye bir şey olmadığını, sadece psikolojik bir zaman algısı olduğunu ve Bergson’un fikirlerinin zamanın fiziksel gerçekliğiyle ilgisiz olduğunu belirterek yanıt verdi. Ancak Bergson, Einstein’ın matematiksel zamanının da aslında saatlerle ölçülen zaman gibi başka bir “ölçülen zaman” biçimi olduğunu savundu. Einstein’ın teorisi fiziksel evrende zamanın nasıl davrandığını açıklarken, Bergson daha çok bizim hayatlarımız boyunca zamanı nasıl deneyimlediğimizle ilgileniyordu.

Yıllar boyunca, zamanın yaşla birlikte neden hızlanıyor gibi göründüğünü açıklamak için birçok teori öne sürülmüştür. Bergson’un Süre kavramı bu fenomene ışık tutabilir. Gençliğimizde deneyimlerimiz genellikle yeni, canlı ve yoğundur. Her şey ilk kez yaşanır, tüm dikkatimizi çeker ve hafızamızda derin izler bırakır. Her an, keşfin tazeliğiyle genişler ve zenginleşir. Bu yoğunluk ve yenilik, Süre’yi daha dolu ve yavaş hissetmemize neden olur.

Ancak yaşlandıkça hayatımız genellikle daha rutin hale gelir. Bizi gerçekten meşgul edecek, dikkatimizi tamamen çekecek yeni uyaranların sayısı azalır. Deneyimler daha tanıdık hale gelir ve daha az yoğun anı oluştururuz. Bu durum, zamanın daraldığı, uzun dönemlerin sanki göz açıp kapayıncaya kadar geçtiği hissine yol açar. Rutinleşme ve deneyim yoğunluğunun azalması, Süre algımızı değiştirerek zamanın hızlandığı yanılsamasını yaratır.

Bergson ve Einstein arasındaki tartışma, gerçeği algılamanın iki farklı yolu arasındaki temel bir çatışmayı sembolize eder: Zamanı nesnel olarak ölçmeye ve tanımlamaya çalışan bilim ile zamanın öznel ve akışkan deneyimini vurgulayan felsefe. Modern fizik evren anlayışımızı dönüştürmüş olsa da, Bergson’un bakış açısı, özellikle modern yaşamın hızının bizi gerçek, derinlemesine deneyimden uzaklaştırdığı günümüzde hala büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır.

Bergson’un fikirlerini günümüze taşırsak, ölçülen zamana ve zamanlamaya olan takıntımızın hayatlarımıza nasıl hala hakim olduğunu görebiliriz. Sıkı programlara, amansız bir üretkenlik baskısına ve zamanın sürekli kaçtığı hissine bağlı yaşıyoruz. Sosyal medya, aşırı çalışma kültürü ve sürekli dijital uyaran bombardımanı dikkatimizi parçalayarak bu hızlanma hissini daha da artırıyor.

Bergson, bizi gerçek zaman deneyimini geri kazanmaya davet eder. Bu, şimdiki anın değerini bilmek, yavaşlamak ve deneyimlerin doğal akışına izin vermek anlamına gelir. Sürekli zamana karşı yarışmak yerine, tefekkür anları yaratmak, bizi gerçekten içine çeken aktivitelere (yaratıcılık, derin sohbetler, doğayla baş başa kalma) dalmak, zamanı daha zengin, daha dolu ve daha az baskıcı bir şekilde hissetmemize yardımcı olabilir. Kendi Süre’mizle yeniden bağlantı kurmak, modern dünyanın parçalanmışlığına ve anksiyetesine karşı güçlü bir panzehir olabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir